19 Aralık 2019 Perşembe

31

"bilmemek bilmekten iyidir
düşünmeden yaşayalım
mâra
günü ve saatleri ne yapacaksın
senelerin bile ehemmiyeti yoktur"
(Mâra)

Merhaba fazlaca ihmal edilmiş bloğum, merhaba,

Bir yıl daha geride kaldı. Geçen yıl bu vakitlerde bir yola çıkmış olsam şimdi nerede olurdum acaba?

Günler o kadar birbirinin aynısı ki bazen düşünmeden edemiyorum: mesleki alışkanlık gereği artık günlerimi bile kopyala yapıştır ve üzerinde azıcık oyna kıvamına getirmiş gibiyim. Eskiden olsa buna istikrar der, Polyanna'ya selam çakardım. Şimdi? Şimdi, Polyanna yürüsün gitsin. Benim işim gücüm var.

***

Kimseyi kırmadan herhangi bir şey söylemenin imkansız olduğu bu devirde lafımı ancak kendime edebilirim. En azından kendimle olan kavgam tamamen benle ben arasında.

Son bir yılda ne değişti, ben takip edemedim açıkçası. Fakat bazı şeyleri daha sık duyar oldum. Mustafa, neden sinirlisin, neden kızıyorsun gibi cümleler kuruyorlar bana. Kürekle ağızlarına vursam ne sarar. Ama vurmuyorum. Çünkü ben sakin bir insanım. Neyse ki... (Aliş, ayrı yazdım bu ki'yi, bence neyseki çok saçma).

Evet arkadaşlar, sinirleniyorum; çünkü beni kızdırıyorsunuz. Gördüğünüz gibi her şey olması gerektiği gibi. Beni kızdırdığınızda sinirlenmezsem size saygısızlık etmiş olurum. Diyelim ki ben sallıyorum, en azından Ferhan Şensoy'un bir bildiği vardır diyorum.

Sevdiğim bir işim var. İşimi sevdiğim için de olabilir, prensiplerim gereği de olabilir, sırf gıcıklığımdan da olabilir; işini düzgün yapmayan insana uyuz oluyorum. Bir şeyi altmış sefer demişsem altmış birincide laz inadım tutabiliyor. Halbuki, sinirlenmesem, gülüp geçsem... I ıh, bana göre değil. Ben, aksiyon istiyorum!

Heyhat, bazen sırf yorgunluktan suskun ya da durgun olduğum vakitler de oluyor ve bunlarda da 'Mustafa, neden moralin bozuk?' diyorlar. Vay arkadaş, ben bununla mücadele edemem. Bırakıyorum.

***

Neyse, geçelim bu tatsız konuları. Biraz dedikodu yapayım. Prensip prensip nereye kadar?

Bugün (18 Aralık) iş bitmiş, oturuyoruz bahçede. Bi' konu açıldı. Şermin dedi ki sana pasta almışlar, keseceklerdi. Zaten yarın ofiste, niye kesiyorsunuz, kestirmedim dedi. Dedim nasıl yani, yarın bayat pasta mı yedireceksiniz bana? Ciiiyzısss. Gittim dolabı açtım baktım kocaman bi çanta var. Açmaya üşendim. Gerçekten almışlar. Öngörüde bizim ofis gibi olun. Zaten onlar burayı da okumazlar. Yarın ruh halime göre tepki veririm, khkhkhkkh.

Ofis demişken, Ozan ve adaş baba oldular bu sene. Ne güzel şey. Adaşın da küçüklüğünü bilirim. Baktım şimdi, 20 Mart 2012'de şu yazının sonundaki kişi olur kendisi. Neredeeeen nereye? Yazıya bakınca da bir adım ileri gidememiş gibi hissettim kendimi for god's sake. Adaş, aferin lan, sen epey yol almışsın. :) Nil ve Aras bebeklere tekrar hoş geldin demek istiyorum. İsimleri geçsin burada, benim için güzel bir anı.

Başka ne oldu bu son bir yılda? Bir ara yüzmeyi öğrenmiştim. Kaç ay oldu, kesin unutmuşumdur şimdiye. Laz damarım nedeniyle suda normal yüzemiyorum. Ama suyun içinde yüzebiliyorum. Bir insan suyla bile kavga eder mi ya? Ahahahhaa. Suya tokat atınca su beni kendinden uzaklaştırmaya çalışıyor. Böylece suyun la havle deyip beni itişini yüzme olarak yorumluyorum. Mühendis olmak bunu gerektirir.

Geçenlerde bir kahvaltı düzenledik, Nakkaştepe'de. Bir sürü kişiydik (evet Aliş, sen de vardın). 30 Kasım'a denk gelmişti, Serdar'ın da doğum günü. Bir ara Mila'nın yanına gittim, çak dedim. Elini yumruk yaptı ve Mustafffaaa dedi. Selamlaşmamızı unutmamış. Dedim sana sarılabilir miyim, hı-hmm dedi ve sarıldık. Ayrılırken kalbimin yarısını minik ellerinde bıraktım. Lena ise her zamanki gibi 'cool' mesafesiyle labiyürügit, sen kimsin de sıfatına bakacağım dercesine tınlamadı. Seviyorum kerataları.

Tabii, son bir yılı hatırlamaya çalışınca yakın tarihli yaşananlar geliyor aklıma ilkin. Geçen cuma yılbaşı yemeğindeydik mesela. Can, ayık olduğu süreyi alkol, sarhoş olduğu süreyi sigara içerek geçirdi. Bu tespitimi kendisine söylemedim ama ilginçtir ki kafası güzelken Karadeniz ağzıyla konuşmaya çalışmıyor. Demek ki Can'ı sık sık sarhoş etmek lazım. Tespit gibi tespit, hell yeeahhh!

Yine bu yıl içinde Zeynel kapandı (taşındı), bizim sokağa 3456987534. yeni mekan (Mantı Aç) açıldı, üst komşum gece 12'den sonra evin içinde 42 km yol tepti, Trabzonspor yer yer umut vermeye ve yer yer saç baş yoldurmaya devam etti, yanlış anlaşılmalar da oldu hiç anlaşamamalar da, sevindiğimiz de oldu üzüldüğümüz de.

Yani, şöyle uzaktan bir bakınca sanki hiçbir halt değişmemişçesine bir hayat... Ama uzaktan bakınca...

***

Yakından bakınca neler oldu? Çok şey... Ne olduklarını ben biliyorum, Allah da biliyor; bu bana yeter. Geçmiş yazılarıma ve edindiğim tecrübeye dayanarak söylüyorum ki ne zaman böyle cümleler kursam ileride okurken acaba ne olmuştu o zaman diye düşünüyorum. Unutuyorum yani. İşte, sırf bu yüzden yazmıyorum olan biteni. Çünkü, unutamamak benim lanetim.

Sessizlik istiyorum. Bazen delicesine çalışmak istiyorum. Bırakın, çalışayım. Bazen boş muhabbet yapmak istiyorum. Bırakın, gevezelik yapayım. Bazen hiçbir şey yapmadan sadece duvara bakmak istiyorum. Bırakın, dokunmayın. Bazen yalnız kalmak istemiyorum. Bırakmayın. :)

İnsan her gün doğmuyor. Klişeleşmiş lafları sürekli tekrar ederek yaşanmıyor. Zaman zaten efsunlu bir kavram, bizi salladığı yok. Birbirimize rağmen değil, birbirimizle yaşamanın bir yolunu bulmamız lazım. O yüzden önümüzdeki yıl ilk iş, kendime yaş günü hediyesi olarak psikoloji çalışmalarına başlıyorum. Seneyeki yazıyı yazarken inşallah evet, bitirdim o bulduğum dersleri ve sertifikamı aldım diyebilirim.

Bu da ilginç, biliyor musunuz? Birkaç tanesi aklımda, bugüne kadar bana bilgisayar mühendisi olmasan ne olurdun diye soranlar oldu. Hepsine psikolog demişimdir anında. Hepsi de valla olurdun diyorlar. Yani, kendileri biliyorlar çünkü tüm süreci. İlginç... Sizdeki bu özgüven bende olsa oohoo... :)) Belki de sadece çenem kuvvetlidir. Bir meşe odunu kolay yetişmiyor.

***

Bu akşam (19 Aralık) iş çıkışı istikamet Allah izin ederse memleket. Hamsi yemeye gidiyorum. Ailemle vakit geçireceğim bir hafta on gün. Tam onlar dellenmeye başlayacakken de geri döneceğim. Çünkü bir hafta on gün sınırı ideal. Bu sürede kıymetli oluyor uzaktan gelen. Sonra alışılıyor ve batmaya başlıyor. İşte bunlar hep taktik. Haşmet, naber? :)

***

Toparlayayım. İnsan geriye baktığında kötüleri değil, iyileri hatırlıyor. O yüzden bu hayat iyi ki var ve bizler de iyi ki içindeyiz. Umarım birçoğumuz da yaşıyoruzdur. En azından denemeye değer.

Doğum günüm kutlu olsun. \o/

Hoşça kalın.

13 Ağustos 2019 Salı

Ahmet Hamdi Tanpınar - Huzur

"İnsanoğlu tam sevinemez, bu onun için imkânsızdır. Düşünce vardır, küçük hesaplar vardır ve korku vardır. Bilhassa korku vardır."

Efendim, merhabalar. Nasılsınız? Haliniz keyfiniz yerinde mi? Canınızı sıkan eden var mı? Varsa söyleyin, biz de uzak duralım.

O kadar zaman oldu ki bir kitap hakkında yazmayalı, nasıl yazdığımı bile unutmuşum. Ama ben kendimi birazcık biliyorsam içimden ne gelmişse onu yazmışımdır zamanında diye kendime gazı veriyor ve başlıyorum. Hell yeeaahh!

***

Ahmet Hamdi Tanpınar, benim en sevdiğim Türk yazarlardan birisi. Saatleri Ayarlama Enstitüsü ise en sevdiğim yerli romanlar arasında kesinlikle ilk üç içerisindedir. O kitabı o kadar sevmiştim ki Tanpınar'ın tüm kitaplarını muhakkak okumalıyım diye düşünmüştüm.

Sırası ancak geldi ve geçen ay Huzur'u elime aldım. Daha önce defalarca kez niyetlenmiştim ama bir türlü içimden gelmemişti başlamak. İsminden korkmuştum belki de. Çünkü söz konusu kişi Tanpınar'sa ve o kitabın ismi Huzur'sa içinde huzur yoktur, size "Allah'ım, n'olursun birazcık huzur" dedirtecek bir düzen vardır. Nitekim öyleymiş de.

Doğru kitabı doğru zamanda okumanın büyüsüne oldum olası inanmış birisi olarak Huzur'u geçen ay elime aldığımda hiç tereddütsüz yirmi sayfa ilerleyince bu kez bu işin olacağını anladım. Fakat yeni bir kitaba başladığımda, eğer o kitap kurgu ise en azından başlangıçtaki 40-50 sayfayı ilk oturuşta okumak isterim. Karakterleri tanıyayım, minimum yarım saat vakit geçireyim ki ortama ısınayım gibi bir düşüncem, belki ön yargım var. Bu yüzden Huzur'a başlayınca ciddi bir duvara tosladım. Çünkü kitap kesinlikle 'ağır'.

Ağırdan kastım nedir? Durağan. Saatleri Ayarlama Enstitüsü ne kadar mizah dolu ve akıcı ise Huzur da bir o kadar durağan ve efkarlı. O yüzden Huzur'u koşa koşa okumak imkansız. Her cümlesine kafanızın içinde kendi sesinizle hayat vererek okumanızı şart koşuyor adeta. Kitap okumayı sevenler (böyle psikopat bir kitle var gerçekten, inanılır gibi değil) anlamıştır sanırım ne demek istediğimi: kitap size kendini vermiyor, sizi kendine istiyor. Ağır ağır okunması, hissedilmesi, yaşanması elzem bir eserim diyor. Beni öyle bir çırpıda okuyamazsın, okursan sen kaybedersin derecesinde bir hüznü var.

Böyle söyleyince belki depresif gibi geldi. Aslında değil. Sadece hüzünlü. Çünkü fazla gerçek. Birinci Dünya Savaşı sonrası, İkinci Dünya Savaşı arifesinde geçiyor anlatılanlar. Karakterlerimizse aydın kesim. Cehaletin erdemi yerine bilginin huzursuzluğuna ve tekinsizliğine mahkum insanlar. Tabii, onlar da türlü türlü. İhsan bir türlü, Suat bir türlü, Nuran bir türlü; Mümtaz ise Mümtaz. O sadece kendisi (olmak istemişti).

Kitap, yukarıdaki dört karaktere ait dört bölümden oluşuyor; ancak okur olarak bizim baş karakterimiz henüz yirmilerinin başındaki Mümtaz. Amcasının oğlu ama kendisi için bir abi olan İhsan, burada anlatmayı beceremeyeceğim kadar karmaşık bir Suat, dönemin ve insanlık tarihinin getirisi olarak bir kadın (özellikle de dul bir kadın) olmanın yükünü taşıyan Nuran ve hepsini kendine birer yük edinmiş olan Mümtaz. Ah Mümtaz... Belki de yük edinmiş demek biraz ağır; ancak sonuç itibariyle benim hissettiğim bu.

***

Kitabın genel durgunluğu okunaklılığını çok büyük oranda etkilemiyor aslında. Tabii şu var, Tanpınar nereden bilsin ondan sonraki ikinci üçüncü neslin o dili anlamayacağını. Fazla sayıda bizim nesle yabancı kelime var, dili biraz ağır o yüzden. Dönemin tüm edebiyatçılarında olduğu gibi Ahmet Hamdi'de de Fransız ekolü etkisi mevcut. Fransızca terimler ve kalıplar özellikle diyaloglu bölümlerde oldukça göze çarpıyor. Diyalogsuz bölümlerse adeta Marcel Proust. Bu iki yazarın da uzun mu uzun paragraflarını, cümlelerini ve sayfalarını delilik derecesinde seviyorum. Dile ve kültüre hakimiyetlerinin yanında bilgileri ve bilgiyi özgün bir şekilde yorumlama becerileri paha biçilemez. Ha, ben Fransızca mı biliyorum da bunu yazabiliyorum? Hayır. Ama içimdeki sese hadi lan oradan demek de işmie gelmiyor. Vardır bence bi' bildiği.

Huzur'a dair teknik olarak sevmediğim bir şeyden bahsetmek istiyorum şimdi de. Diyaloglu kısımlarda kimin konuştuğunu anlamak bazen gerçekten gereksiz derecede zor ve kafa karıştırıcı olabiliyor. Bu direkt yazarla alakalı bir konu mudur, editörlük bir durum mudur, onu da çok iyi bilmiyorum; ancak bence yazarla alakalı. Biraz önce kim konuşuyordu, şu an konuşmuyor da anlatıcı aslında okura söylüyor, sonra yine karakter konuşuyor derken gerçekten kafa karıştırıcı oluyor. Bilinç akışı da yok kitapta. O yüzden bu konu beni oldukça rahatsız etti okurken. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde böyle bir durum var mıydı, hiç hatırlamıyorum. Çok zaman oldu okuyalı.

Peki, bundan neden bu kadar nert yandım? Çünkü geçen bayramda (2019 Ramazan Bayramı) memleketteyken Gülün Adı'nı okumuştum Umberto Eco'dan. Kitabın sonunda adam üşenmemiş teknik ve teknik olmayan tüm konularda 60-70 sayfa açıklama yapmış. Bunlardan birisi de diyalogları ne şekilde yazacağına nasıl karar verdiğiyle ilgiliydi. Gülün Adı'nı okumadıysanız kesinlikle tavsiye ederim. Keşke üşenmeyip onun hakkında da yazsaydım, harika bir kitap o da. Ama onda yazarın kusursuzluk anlayışının ve Umberto Eco oluşunun etkisi de çok büyüktü. Kitaptaki referansların belki yarısından çoğunu kaçırmışımdır. Bununla birlikte, Tanpınar'ın bu denli kafa karıştırıcı bir teknikten kaçınması gayet mümkünken böyle bir yolu bilinçli izlemiş olması fikri hoşuma gitmiyor.

***

Biraz da Mümtaz'dan bahsedeyim. Çünkü kitapta her ne kadar onca karakter olsa da bizim baş karakterimiz kendisi. Diğer karakterlerle baş başa hiç kalmıyoruz gibi bir şey. Daima Mümtaz'layız ya da onun kafasının içindeki fikirlerin izdüşümünde. Tabii ki yer yer Nuran'ın kafasının içinden geçenleri de okuyoruz; ancak bunları ne zaman okuyoruz? Mümtaz'ın yanındayken. Eğer konu Nuran'a kadar gitmişse ki gitmemesi imkansız, Mümtaz bir şekilde içinde konuyu oraya getirmiştir.

Belki Mümtaz'ın en talihsiz olduğu konu yaşadığı her şeyi nispeten kısa bir süre içinde yaşamasıydı. Yoksa herkes sever, aşık olur, sağlık problemi yaşar. Ama sırf siz birini sevdiniz diye Adile Hanım gibi dedikodu makinesi birisi çıkıp sizi baltalarsa, sırf siz mutlu olmayın diye başından beri hem sevdiğiniz hem de çekindiğiniz bir arkadaşınız (Suat) Nuran'a aşk mektubu yazarsa, tüm bunlar yetmezmiş gibi elinde büyüdüğünüz ve abi yerine koyduğunuz İhsan sağlık problemleriyle uğraşırsa, bir yandan tüm İstanbul harp çıktı çıkacak diye ortalığı galeyana getirirken bir yandan konaklarda Mahur Beste'ler çalınıp söylenirse Mümtaz ne yapsın? Adamı kendi haline bırakmadınız ki. Yok toplum baskısı, yok gıybet, yok kuyu kazma, yok adamın evinde kendini asma (valla bak)... Delirmemek mümkün mü?

***

Kitabın içinde Tanpınar bir ara şöyle bir cümle kuruyor: "Bir şeyden korkmak, biraz da onun geleceğini beklemektir." Bu cümleyi geri sararak iki üç kez okudum, sonra altını çizdim ve ancak ondan sonra devam edebildim. Edebiyata ve genel olarak sanata dair en sevdiğim şeylerden birisi bana bu hissi yaşatmaları. Bu histen kastım şu: belki hepimizin bildiği bir şeyi sanki ilk kez duyuyormuşuz etkisinde yalın bir şekilde yüzümüze vurabiliyorlar. Bu cümle gibi daha nice yer var kitapta. Bunları düşünüp bir düzen içerisinde yazıya dökmek bile başlı başına ömürlük iş benim gözümde. Herhalde onun için okumanın yerine başka bir şey koyamıyoruz. Şaşırmanın sonu yok. Okudukça ufkumuz genişliyor, ufkumuz genişlediği için biz küçülüyoruz ve buna kesinlikle değiyor.

***

Durağan ve yavaş ilerleyen bir eser olduğunu söylemiştim, değil mi? Çünkü önemli. Onun üzerinde durmak lazım. Yavaş ilerleyen kitaplarla ilgili şöyle bir sıkıntım var. Kitapla fazla vakit geçirdiğim için (mesela Huzur'u bir aydan uzun bir sürede okudum belli aralıklarla) karakterlerle de arkadaş oluyorum ve kitap bittiğinde bu detay canımı sıkıyor. Örneğin, ben şu an bile Nuran'ın istikbalini, Mümtaz'ın ne yaptığını, İhsan'ın daha iyi olup olmadığını, Macide'nin (İhsan'ın eşi) ruh halini acayip merak ediyorum. Kitabın biraz fazla gerçekçi olduğunu söylemiştim, bu gerçekçilik kafamızın içinde bile olsalar karakterlerin hayatımızda kendilerine yer açmalarına sebep oluyor. Bu yüzden de bu tip kitapları bitirdikten sonra bir süre yeni bir kitaba başlayamıyorum. Bu akşam Yaban'a başlayacaktım; ama Huzur hala kafamdan çıkmamış olduğu için oturmuş bu yazıyı yazıyorum.

Yazı yazmanın bu kadar uzun soluklu bir iş olduğunu unutmuşum yalnız. Bir buçuk saattir hem kitabı kurcalıyor, hem yazıyor, hem yazım hatalarını inceleyip düzeltiyorum. Ev ahalisi uykuda. Buzdolabı sağ olsun beni yalnız bırakmıyor ve homurtularıyla varlığını hissettiriyor. Gün içinde içtiğim kim bilir kaçıncı çayın bardağı soğumuş. Su bardağı da boş. Bir dahakine Aliş'ten suyu bardakla değil, kazanla istemeliyim. Şimdi artık benim için de uyku vakti. Çocukluğumun geçtiği evdeyim ve birazdan Ağustos'un ortasında yorgana sarılarak uyuyacağım. Huzur burada. Çok şükür.

Herkese iyi bayramlar efendim, hoşça kalın.