23 Eylül 2018 Pazar

Kintsugi

"Kalbimde sıkıntılı bir huzur var ve dinginliğim tamamen kaderime razı olmamdan kaynaklanıyor."
(Fernando Pessoa - Huzursuzluğun Kitabı)

Efendim merhabalar,

Bu sefer arayı fazla açmak istemedim. Çabalıyorum, görüyorsunuz.

Öncelikle belirtmek isterim ki kalbimdeki sıkıntılı huzurun sıkıntısı taşınma telaşından kaynaklanıyor. Huzuru ise sizi ilgilendirmez, bu kadar meraklı olmamalısınız. Ünlü bir düşünürün de dediği herkes herkesin her şeyine karışamaz. Evet.

***

Aranızda teadüflere inanan var mı? İlla ki vardır. Ben inanmayanlardanım. Bu biraz da hayatımı tesadüflerin elinde yürüttüğümü kabullenememekten ileri geliyor. Yine başka bir düşünürün(?) dediği gibi ben tesadüflere inanmam, başarının sırrı sadece çalışmak. Ama o başka bir şeydi. Neyse...

Kendimi kötü hissettiğim zamanlarda biraz dağınık bir şekilde oradan oraya atlayarak okumalarda bulunurum. İnternetten bulduğum makaleler, linkler, zamanında bir yerlere sakladığım yazılar derken laf lafı açar ve okumanın bendeki iyileştirici gücüne tanık olurum. Ancak okumak tek başına yeterli değil. Okuduğunuz ve sizde teori olarak yer eden bilgiyi pratiğe dökmeniz gerekiyor. İşte iyileşme o zaman gerçekleşiyor.

Geçenlerde yine böyle bir zaman dilimindeyken yazıya başlığını veren terimle karşılaştım: kintsugi. Nedir, ne değildire ben değinmeyeceğim. O işi zaten birisi çok güzel bir şekilde yapmış. Onu buraya kopyalayacağım. Kopyalayacağım, çünkü burada da bulunsun isterim. Kaynak içinse ekşisözlük'ten femme noir isimli yazara teşekkür ederim.
hayat kırıklarla doludur. beklentiler ve gerçeklik birbirini tutmadığında, ricalar yankı bulmadığında, verilen sözler tutulmadığında içimizden gelen 'çıt' sesini duymuşuzdur hepimiz.

çoğu insan kırıkları sevmez. onları saklamaya, gizlemeye çalışır. bazen tekrar kırılmaktan korkar ve hayattan kaçınmaya, hayal kurmamaya başlar.

japonların çok sevdiğim bir sanatı var: kintsugi.
bu sanat kırılan nesnelerin kırıklarını altınla onarmak üzerine kurulu. kırıkları, çatlakları bırakın gizlemeyi, parlak bir altın rengiyle onararak görünür hale getiriyor kintsugi. çünkü nesne yaşanmışlıkla daha değerli hale geliyor. kırıklarına rağmen varlığını sürdürüyor. kintsugi, altınla kırıkları onore ediyor. yaşanmışlığı yüceltiyor ve bunu - en değerli madenlerden olan - altınla kutluyor.

depresyon tanısıyla takip ettiğim bir hastama bu felsefeden bahsetmiştim. geçenlerde geldiği seansta bana 'senelerdir ne kadar güçsüz olduğumu düşünürdüm. siz bana bunlardan bahsettikten sonra aslında bütün olanlara rağmen ne kadar güçlü olduğumu fark ettim' diyerek teşekkür etti. ilginç şekilde, bu konuşmanın aldığı ilaçlardan çok daha etkili olduğunu düşündüm o an.

gerçekten de kırıklarımız, bir anlamda bizim madalyalarımız. onlar bizim deneyimlerimiz, yaşamın tam içinde olduğumuzun kanıtı. onlarla var olmak aslında, onlara rağmen varlığımızı sürdürdüğümüzün ve ne kadar güçlü olduğumuzun ispatı.
***

Ben bu güzel notun üstüne sözü daha fazla uzatmak istemem. Ama size bir ipucu: belki de İstinye'den kalkan bir vapurla Anadolu Hisarı'na geçip Göksü Cafe'de harika bir kahvaltı ile eskisinden daha güçlü bir şekilde ayağa kalkabilirsiniz. Ve eğer şansınız yanınızdaysa siz girdiğiniz anda mekandaki en güzel masa boşa çıkabilir. İnanın bana bunlar imkansız değil.

Sağlıcakla kalın efendim.
 

13 Eylül 2018 Perşembe

Ahval

"Ders-i aşkın müşkilin Yahya nice halleylesin
Söyleyenler kendini bilmez bilenler söylemez"
(Seyhülislâm Yahya Efendi)

Merhaba,

Hala okuyan, giren çıkan, bakan eden var mı? Ben burayı özlüyorum. Kendimi çok ihmal ettim. Üzgünüm. Kendimden özür dilerim. Biraz dertleşesim var. İfade edesim, konuşasım var.

Mutluyken herkes mutlu. Mutsuzluklarımız ise türlü türlü. Bu, Mustafa için de geçerli. Mutlu ve neşeliyken daha zeki, iyiyken düşünceli, sakinken daha doğru. Mutsuz ve moralsizken durgun, kötüyken dipte, öfkeliyken yıkıcı. Neden? Çünkü, o bir insan ve mükemmellikten çok uzak.

***

Yazmaya yazmaya şu an yaşadığım heyecan hissini unutmuşum. İçimde bir şeyler hareket ediyor. Aklım doğru olanı, kalbimse iyi olanı yazmaktan yana. Halbuki aklımı ve kalbimi karşıma alıp konuşabilsem onlara şu an doğrunun ve iyinin hiç umrumda olmadığını söylerdim. Şu anda umrumda olan tek şey kafamın içindeki tüm sesleri susturup kendimle baş başa kalabilmek. Dışarıdaki yağmurun sesini duymak istiyorum, kafamın içindeki tilkilerin değil. Yaşanma ihtimali olan güzel şeyleri düşünmek istiyorum, yaşanmış kötüleri değil. İlerlemek istiyorum, takılı kalmak değil.

Hayatın boyunca ne öğrendin deseler bir durup düşünürdüm. Düşünmezsem yanıtım hazır çünkü. O yüzden kendime soruyorum: Mustafa, hayatın boyunca ne öğrendin? Şunu öğr... Hayır, dur ve düşün. Ne öğrendin? Kapatıyorum gözlerimi. Burnumdan derin bir nefes alıyorum. Yavaşça... Laz burnum karıncalanıyor. Kulaklarımda kalbimin atışını hissediyorum. Acele etmemeliyim. Nefesimi boşaltıyorum ve gözlerimi açıyorum. İmleç ekranda yanıp sönüyor ve tuşlar benden bir yanıt bekliyor. Eee, ne öğrenmişsin hayattan diyorlar. Onlar da meraklı. Cansız bir tuş bile olsan meraklısın. Ne mi öğrendim? Elinden geleni hakkını vererek yap ve sonra DUR. Durabil! Olacaksa o zaman oluyor. Olmayacaksa acıtsın. Sonra anlayacaksın. İşte, ben bugüne kadar hayattan bunu öğrendim. Bakın, bunu yaşadım, bunu şiar edindim demiyorum. Bunu öğrendim diyorum. Artık öğrendiğime göre uygulayabilmeliyim de. Mustafa, kendinden eminsen bir dur, Allah aşkına, bir dur. Ve unutma ki biraz önceki cümle bir şart cümlesiydi. Malum, sen takıntılısındır böyle şeylere.

***

Eylül geldi. Sonbaharı da getirdi. Çok severim Eylül'ü. Neden? Çünkü Aralık'a biraz daha yaklaşmış oluruz. Belki de başka nedenleri vardır. Belki de yoktur. Almış olduğum eğitim gereği belki de ülkemdeki milyonlarca kişi gibi Eylül'ü yılın başı sayarım. İlköğretim yıllarında sınıfta panomuz olurdu. Onda aylar mevsimlere göre üçer üçer bölünmüş şekilde yazardı soldan sağa. Eylül'le başlardı takvim. O yüzden ne zaman Ağustos'u devirsek kafamdaki şekliyle o panoyu hatırlarım ve yeni bir yıl diye düşünürüm. Eylül, yenilik demek bu yüzden benim için. Bir şeylere başlamak için güzel bir seçim demek. Seni seviyorum Eylül. İyi ki geldin.

***

Uzun zamandır yazmamış olmanın getirdiği bir kafa boşluğu var üzerimde. Söylemek istediklerimi sıraya koyamıyor, istediğim gibi aktaramıyorum. Paslanmışım. Daha önce de uzun süreler boş boş ekrana baktığım olurdu. Ama bu kez farklı. İçim bomboş. Stresli bir dönem geçiriyorum ve uzun zamandır yaşamadığım bir sorunum var: ellerim titriyor klavyenin üzerinde. Aslında sakinim de. Sinirli, öfkeli ya da negatif bir duyguya sahip değilim. Buna rağmen içim bomboş. Çok tuhaf...

Aylar önce bir gün işten çıktıktan sonra markete uğramıştım. Samet var, genç bir delikanlı. Üniversite sınavına hazıranlanıyor(du). Kasaya geldiğimde naber Samet diye sormuştum. Şu kadar abi demişti. Aldıklarımın fiyatını söylemişti. Gülmüştüm. Naber diyorum Samet, kimse sana hal hatır sormuyor mu burada demiştim. Bu sefer o gülmüştü biraz kızararak. Yok abi, herkes bir şeylerin fiyatını soruyor demişti. İçime oturmuştu. Biraz muhabbet etmiştik, sonra çıkmıştım. Bir naber sorusunun, bir nasılsının insan hayatı üzerinde çok ciddi yeri var. Üzgünüm Samet, insanları değiştiremem. Kendimi bile değiştirmekte çok zorlanıyorum. Ama hal hatır sormayı bile unutmuşuz. Halimiz hal değil. O yüzden okuyan herkese soruyorum: nasılsınız?

Sağlıcakla...