30 Mart 2015 Pazartesi

Barış Bıçakçı - Herkes Herkesle Dostmuş Gibi...

Bu aralar o kadar bir işe kendimi veremez haldeyim ki nerede çabuk bitirebilirim diye düşündüğüm kitap görsem yıllardır görmediğim bir sevdiğimle karşılaşmış gibi sarılıyorum. Bu kitaba da bu hissiyatla başladım ve bitirdim. 112 sayfa ve tek seferde bitti.

Tek oturuşta bitirmesi daha doğru bir kitap diye düşünüyorum, hani ille de ben öyle okudum diye değil; kurgusundan dolayı. Birdman'i izlediniz mi mesela? Hah işte, onun özel çekim tekniği gibi bir kitap Herkes Herkesle Dostmuş Gibi... Bankada kuyrukta bir askeri görevlinin kafasından geçen düşüncelerle başladığımız kitapta belli ortak kelimeler ve düşüncelerle karakterler arasında Ankara'yı dolaşıyoruz.

Böyle söyleyince pek anlaşılmamış olabilir. Zaten alışana kadar pek ısınamadım kitaba; ancak sonra bir açıldım, pir açıldım. Ve bitti. Öyle işte. Kitabın sonuna kadar hep dışarıdan izlerken karakterleri (üçüncü karakter gözünden) kitabın sonunda birinci ağıza geliyoruz ve kitabın sonu öyle güzel bir yere bağlanıyor ki vay arkadaş diyorsunuz. Nereden biliyorum? Çünkü ben dedim.

Bu arada internette bakınırken gördüğüm kadarıyla herkes özellikle Ender ve Çetin karakterlerini burada gördüklerine ne kadar sevindiklerini belirtmiş. Sonradan öğrendim ki yazarın sonraki kitaplarından Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in ana karakterleriymiş onlar. E, o zaman ne demeye bu kitapta gördüğünüze seviniyorsunuz ya da şaşırıyorsunuz? Tam tersi olması gerekmez mi onun? (Herkes Herkesle Dostmuş Gibi, Barış Bıçakçı'nın ilk kitabı bu arada. Parantezleri çok severim. Nabersiniz?) Gerekmeyebilir, zira bu aralar benim kafam biraz renksiz çalışıyor. Karıncalı yayın gibiyim. Sanki beni suya götürmüşler de ben hiç susamamışım gibi. Yok ya, ben benzetme yapamıyorum. En iyisi hiç bulaşmamak. O cümleyi de silmiyorum. Bu yaşa geldim, hala saçma sapan şebeklikler peşindeyim. İbret alırım belki ileride. Zor ama...

Kitaba başlarda çok ısınamadığımı söylemiştim. Bunun sebeplerinden birisi düzyazı ama şiir gibi bir havası olmasıydı cümlelerin. Tekletiyordu beni okurken. Bu adamın işi şiir yazmak yahu, neden böyle yapmış ki demedim değil açıkçası. Ha, bir de aklıma geldi şimdi de kitabın sonunun biraz Yüzyıllık Yalnızlık'ın sonuna benzer bir havası var. Yani aslında alakaları yok ama nedense o geldi aklıma kitabı bitirdiğimde. Niye böyle oldu ben de anlamadım.

Son olarak kitabın ismini beğendiğimi de şurada minik bir ağaçmışımcasına belirteyim. Teknik olarak böyle bir kelime doğru mu acaba: ağaç-mış-ım-ca-s-ı-na? Hımm, hepsi de çekim eki oldu. Olur olur. :) Kitabın ismi diyordum, çok güzel. Özellikle sondaki gibi kelimesi ayrı bir hava ve çarpıcılık katmış.

Velhasılı kelam, özellikle bir ilk kitap için kesinlikle şans verilmesi gereken bir eser olmuş Herkes Herkesle Dostmuş Gibi... Kendimizi Ankara'nın güzel insanlarıyla dost 'gibi' hissediyoruz bir süre. Okuyun bence. Ne kaybedersiniz?

Hadi biraz da alıntı yapalım:

  • Çünkü zamanla her şeyi sever insan, çünkü bir gün öleceğini anlar.
  • Kahraman olmaktan başka yolu yok Hasan'ın. Başka türlü bu dünyayla baş etmesi zor. Çocukluğunda ve ilk gençliğinde açılan yaraları başka türlü kapatamaz. Kendisiyle alay edemez. Kahramanlık konusunda çok şey biliyor.
  • Herkes, dünyadaki herkes, böyle eleştirir, rahatsız eder birini. Herkes yapar bunu. O da yapmıştı.
  • Sinirli sinirli güldü, aynı zamanda böyle boştu işte sözcükler. Boş. Tıpkı atomlar gibi sözcüklerin de içi boş. Bu yüzden hafifler ve hızlı hareket ediyorlar. Çabucak yayılıyorlar.
  • Buralar hatıralarla doluydu. İnsan böyle şeylere nasıl dayanır? Yılların geçip gitmesine ve her şeyin belleğin bir oyunuymuş gibi bir belirsizliğin içine batmış olmasına... Bu ben miyim? Peki o ben miyim? Bütün bunları yaşayan. Hayır seyreden. Kara ver, yaşayan mı, seyreden mi? Yaşayan değilmiş gibi. Geçmişte başka biri, ama şimdi ben. Geçmiş olunca başka biri.
  • Bir halt var sanki geçmişte. Düşünme geçmişi, zaten bunun için kısa geliyor insana ömür, düşündüğü için.
  • Bu aklına gelince ve bununla birlikte geçmiş de aklına gelince ve çok süratli gelince, gözleri doldu. Çünkü bir şeyin düşünce olabilmesi için makul bir sürenin geçmesi lazım. Aniden akla geliveren ve düşünceye dönüşmek için kafi zamanı bulamayan şeyler, basınç değişikliğinin tesiriyle (bizim problemimizde basınç aniden düşüyor, sıcaklık ise sabit) ne olur, sıvı hale geçer ve gözyaşı olarak akar bunu herkes bilsin. Bu böyledir. Gözlerini sil.
  • Evde otururken aklım hep telefonda oluyor: Çalarsa elim ıslak, açmaya giderken sehpaya çarpmayayım, banyodayken ya duyamazsam, diye düşünüp duruyorum. Sonra telefon çaldığında, öyle çok beklemiş oluyorum ki çalmasını, öyle çok düşünmüş oluyorum ki, hiç aşina gelmiyor o ses bana. Bir süre anlamaya çalışıyorum olan biteni. Sağa sola bakıyorum. Aaaa, diyorum, bir sesmiş bu! Telefon çalıyor. Kalkıp açıyorum. Ellerim kuru, sehpaya da çarpmıyorum. Arayan büyük oğlum. Torunumun sınavı kazandığını söylüyor. Seviniyorum muhakkak. Ama beklediğim bu değil ve neyi beklediğimi vallahi ben de bilmiyorum.
  • İnsanların çok iyi bildiği bir şey: Ölmek. Her gün yapıyorlar bunu. Geride kalanlar ölenleri gömüyor. Her gün yapıyorlar bunu.
  • "Keşke tıp okusaydım." O zaman aşka inanmazdı. Kalp vücuda kan pompalar, kalbin karıncıkları, kulakçıkları vardır, bir sorun çıkarsa göğüs kafesi açılır ve kalp dışarı çıkarılır, bir doktor onu elinde tutar, bacaktan aldıkları bir damarı taktıktan sonra kalbi yerine koyarlar. "Bir hafta hiç hareket etmeden sırtüstü yatacaksınız." Çağla da taksiye binip arkadaşının doğum günü partisine gidecek...
  • Böyledir bu işler, insanların birbirleriyle ilişkileri! Bir sözlük oluşturursun ve konuşurken o sözlüğe bakarak konuşursun. "Sana fena halde aşığım Çağla!" Eveet, şimdi bakalım bunu nasıl söyleyebiliriz... İşte burada: "Benim için değerlisin Çağla."
  • Böyle şeyler köyde o kadar olağandır ki! Orada herkes doğuştan bir ölü yıkayıcıdır. Köylüler doğar yaşar ve ölür, şehirliler ise doğuyorlar, yaşıyorlar ve ölümden korkuyorlar.
  • Yalnızlık mı? Bin bir türlü insanın canını dişine takarak yaşayabildiği bir şehirde, anne babamız yaşında insanların dilendiği, çocukların tiner kokladığı bir şehirde, yalnızlık değil öfke duyulur ancak.
  • Benim tam bir erkek gibi davranmamı istiyor. O duvara yaslanmış duruyor olacak, ben de elimi başının hemen yanından duvara dayayacağım, ne haber bebek diyeceğim. Böyle biri olmamı istiyor. Erkek olamayacak kadar mutsuzum ben.
  • Nur Abla geliyor. Sarılıyor. Terinin kokusunu duyuyorum. "Güzelim benim." diyor, "Bahtsız yavrucak." Ya niye söylüyor bunu! Niye? Ağlıyorum işte. Ağlatıyor beni. Ağlıyorum. Ağlıyorum.
  • O bütün bunları yaşamış, unutmuş, sonra yine yaşamış ve yine unutmuştu, çünkü esas olan budur. İnsan bu yaşa kadar ancak unutarak yaşayabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder