9 Temmuz 2017 Pazar

Londra İzlenimleri

Merhaba,

İlk yurtdışı gezimden ve izlenimlerimden bahsetmek istiyorum. Blog benim olduğu için bir beis görmüyorum. Gerçekten uzun ve zevzek bir yazı olabilir, mesuliyet de kabul etmiyorum. Tüm sorumluluklardan kaçındığıma göre başlayabilirim.

İşle ilgili bir etkinlik için genel müdürümüz, alemin kralı, patron gibi ama değil gibi de Serdar (ya burayı okuyacağı yok, ne yağcılık yaptım gereksiz yere) dedi ki yürüyün, Londra'ya gidiyoruz. Dedim ben o kadar yolu yürüyemem, uçak ayarlıyorsan gelirim. Dedi ki uçak kölen olsun, vizeni bile alacağım. Ciiyzıs Krayst dedim, sana geliyorum.

***

16 Mayıs Salı akşamı biz (Şirin the Aslan ve ben) çıktık İstanbul'dan ve Londra Heathrow Havaalanı'na indik. Sorunsuz bir şekilde pasaport kontrolüne kadar geldik ve kalabalığı görünce ooww yeeah dedik, böylece İngilizce siftahımızı yapmış olduk. Tam o anda karayağız bir abimiz dedi ki sör (efendim) dedi, pliiyz (Allah aşkına) dedi, buradan buyurun. Dedim Şirin gelmeden şuradan şuraya gitmem. Dedi of kors (öyle ya), dedim tamam o zaman. Pozitif ayrımcılığa inanan ve bu ayrımcılığı destekleyen birisi olarak bu kibar hareketine teşekkür ettim ve onlarca kişinin önüne geçtik. Van Damme'ın yaşlanmış haline (gerçi Van Damme zaten yaşlandı) benzeyen bi' dayıya denk geldik. Niye geldiniz dedi? Bu soruyu hep duymak istemiştim. Şöyle derin bir nefes aldım ve cümle kuramadım ilkin, haha. Neyse ki Şirin yanıtladı. Adam Salesforce'u duymamış olacak ki biraz izah etmek durumunda kaldık. Kazasız belasız geçtik. Şirin'deki potansiyeli sezmiş olacaklar ki onun parmak izini aldılar, benimkini almadılar. Anladı tabii adam, insan sarrafı, ne zararım dokunacak Elizabeth'e.

Türkiye'deyken havaalanı için bir araç kiralamıştık bizi otele bıraksın diye. Hintli bi' arkadaş geldi, Zack. Arabaya bindik. Bir süre bütün araçlar üstümüze geliyormuş gibi hissettim. Trafiğin bize göre tersten akması hakikaten insanın kafasını karıştırıyor bir süre, benim kafamı karıştırdı en azından. Otele epey mesafe vardı. Bir ara kendi aramızda şu nehrin ismi (River Thames) nasıl okunuyor diye konuştuk. Emin olamadık. Dedim Zack'e bi' soralım. ZAAACK diye bağırmış bulundum. Ortam çok sessizdi ve kontrol edemedim sanırım, araba bir an yalpaladı. Sonra güç bela muhabbeti toparladık da sorduk nehrin doğru telaffuzu nedir diye. Rivır Tems'miş. Ama köken itibariyle gerçek İngiliz olan yerli halkın bir kısmı Rivır Teymis gibi de okuyabiliyormuş.  Zaten mantıklı olan da oydu, rivır tems.

Otele vardık ve Şermin'le buluştuk. Zaten Şermin'le Türkiye'de pek görüşemiyorduk. O bizden bir gün önce gelmişti. Gurbet elde daha çok vakit geçirdik açıkçası. Otelin yakınında Cask diye bir mekan vardı, yeme içme siftahını da orada yaptık.

Londra'ya dair dikkatimi çeken ilk ciddi konu ise orada oldu. Çok fazla sayıda mekan gece 11 deyince kapatıyor. Londra'nın göbeği, tüm mekanlar (pub'lar) kapanıyor adeta. Medeniyet dediğin sessiz sakin kalma hakkı demek ki biraz da.

***

Sonraki sabah (17 Mayıs Çarşamba) erken vakitte kalktık ve ilk etkinliğe katılmak için St. Paul taraflarına gittik. Allah'ım, bir katedral yapmış adamlar ki mimari dediğin ancak bu kadar etkileyici bir şey olabilir. Neyse ki etkinlik katedralde değildi, oteldeydi. Şimdi de sıra Londra'da yaşadığım ilk dumur olaya geldi. Zaten bir şeyler yaşamadan dönmek olmazdı.

Sabah erken gitmiş bulunduk biz. Kahvaltılıklardan atıştırıyoruz. Ben bir masanın başına gittim, poğaçalara bakıyorum. Böyle sarımsı renkli bir şey var, dikkatimi çekti. Masa başındaki görevli arkadaşa sordum 'is it cheese?' (peynirli mi bu?) diye. Tatlı dedi adam. Anlamadım. Hiç duymamışım öyle bir İngilizce kelime. Bir daha sordum, gene tatlı dedi, gene anlamadım. Ok (hee) dedim ve kös kös yerime döndüm. Tatlı nedir ya diyorum, öyle İngilizce kelime mi olur? Biraz sonra bir çay rica ettik, getirdi yine aynı arkadaş ve bu kez giderken 'afiyet olsun' dedi. Lan?! Afiyet mi olsun? Jeton orada düştü. Adam Türkmüş, adı İbrahim. Meğersem bana da abi o tatlı ya diyormuş ismimi görünce. İlerleyen saatlerde konuştuk kendisiyle. Altı ay kadar önce bırakmış her şeyi, Londra'ya yerleşmiş. Aslen grafikermiş ama Türkiye'deki iş şartları sebebiyle şansını orada denemiş. Güzel insan İbrahim, selam olsun.

Bu arada otele geldik dedim ama nasıl geldik? Metro ile geldik. Londra'nın malum 6 (yanlış hatırlamıyorsam) dereceli bir (zone diyorlar) metro hattı var. Yarıçap mantığında bir nevi, şehrin göbeği Zone 1, azıcık dışı Zone 2 şeklinde. Gitmeden önce de epey namını işitmiştik, adamlara hak verdim, başarılı. Yalnız sonraki akşamların birinde yine orada tanışacağım Murat Abi'nin de dediği gibi İngiltere'de adeta tüm yatırım Londra'ya yapılmış, diğer şehirler yanında köy gibi kalıyormuş. Size de bir yerlerden tanıdık geldi mi?

Etkinlik tüm gün sürdü. Çantalar falan kazandık. Sanki etkinliğe değil de define avına gitmiş gibiydik. Fotoğrafçı bir amca vardı. Benim çantayı kaptığı gibi boşalttı, bir yandan da soruyor bakabilir miyim diye. Neymiş, Şirin'in fotoğrafını çekecekmiş. Neymiş, etkinlikte çok az kadın varmış da ille de o yüzden onu çekmeliymiş. Tabii, buldu gül gibi Şirin'i. Şirin, naber? :)

O günün akşamında yemek verildi, yakın bir yere gittik on kişi kadar bir kafile. Polonyalı bir Chris'le tanıştık. Çok konuşkan bir insan kendisi. O kadar çok şeyden konuşuldu ki şu an hiçbirini hatırlamıyorum. O akşama dair hatırladığım en önemli şey ilk kez sütlü çayı orada denemem oldu. Af edersin Elizabetçiim ama bu çay falan değil. Ona sütü dökünce tat falan kalmıyor onda, bambaşka bir şey oluyor. İçtim ama hiçbir şey anlamadım. Gerçekten...

Biz yiyeceğimizi yedik, içeceğimizi içtik ve olaysız dağıldık. Otele geçtiğimizde bu kez Yeşim ve Can geldi. Can için aslında apayrı bir yazı yazmalıyım. On numara bir insandır kendisi. Thanksgiving'de Georgia'da Salesforce stajları yapmış birisi. Hahhaa, işe ilk başladığında böyle konuşuyordu. Şimdi de Karadeniz ağzı ile konuşmaya çalışıyor ama beceremiyor. Ama azimli, sevdiğimiz, gerçekten sevdiğimiz bir arkadaşımız.

Can'ın Amerika geçmişi olduğu için gelir gelmez başladı yok mu ya burda Hint lokantası falan diye. Valla varmış, bulduk bir tane. Acılı köri soslu bir şey yedi ki ben takdir ettim, güzel yapıyor adamlar.

O günü de öyle noktaladık. Ha, unutmadan, o gün de şunu fark ettim ki İngiltere'de sparkle water (gazlı su, soda gibi bir şey) diye bir muhabbet var. Bizim içtiğimiz suya still water (sade su) diyorlar. Arkadaşlar uyarmasa yanıyordum sanırım, dikecektim su diye bir şişe gazlı içeceği. Sonra olaylar olaylar...

***

Düşünün ki ancak iki günü anlattım ve anlatmam gereken dört gün daha var. İnanmazsınız ama şu an kırk beş dakika oldu bu yazıya başlayalı. Biter herhalde bir ara.

***

Perşembe (18 Mayıs) kalktık, cümbür cemaat şehrin bir ucundaki Excel Forum diye bir yerdeki asıl etkinliğe gittik. Tüm gün oradaydık. Büyükçe bir alan, dolaş dur. Gün boyu oturumlar vs. Çok verimli bir gün oldu açıkçası. İnsanın ufku genişliyor, özellikle de benim gibi ufku dar birisiyseniz. Teknik konular bu yazının ilgi alanına girmiyor. O yüzden etkinliğe dair anlatabileceğim çok bir şey yok.

Şunlar olabilir ama: Astro diye minik bir arkadaş var. Etkinliğin bir kısmında belirli görevleri yerine getirenlere diyelim bu peluş Astro'dan veriliyordu. Ya dedim, naaabıcam Astro'yu? Hani bi' Cenifır falan olsa neyse... Oradaki görevli arkadaş dedi ki olur mu ya, al, bana verirsin. Adı Anjie'ydi yanlış hatırlamıyorsam. Dedim olur, I mean why not? Gülüşmeler falan... Aldım ben o Astro'yu. Sonra da gittim sözümde durdum. Beklemiyordu sanırm. Are you serious? (Yhaa qerizekalı) dedi. Dedim No, I'm Severus. Hahaa, şaka şaka. Of course I'm serious (ne sandın?!) dedim. Yiğidin harman olduğu yerden geliyorum. Gerçi orası Sivas'tı ama olsun, Trabzonlu da insandır en nihayetinde. Güzel bir anı oldu bence.

Vakit ilerledi, Can geldi bir ara bir yerden. Bir çanta hediye tokuşturmuş çantasına. Abi dedi, şu yukarıda bi' stant var. Sertifikası olana tişört veriyorlar. Aa dedim, o zaman gidelim, bana da alırız. Gittik, 60lı yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim beyaz saçlı bi' amcamız görevli olarak duruyor. Dedim böyle böyle, ben o tişörtten istiyorum. Sertifikan var mı dedi. Bana dedi. Buna inanabiliyor musun Sevinç?! Açtım doğrulama sayfasını. Email'imi girdim. Ayıptır söylemesi, bir adet iyi sertifikam var. Birkaç yılımı aldı almak. Adam bunu görünce yumruğunu göğsüne vurup barış işareti yaptı ve 'Respect' dedi. Açıkası gururum okşanmadı değil. Çünkü ben Serdar'ı ikna edememiştim onun o kadar önemli bir sertifika olduğuna. Yalnız tişörtlerden sadece XXL olanlar kalmış. Hani bizim yörede haşa çuvalı dediğimiz cinstendi. Yine de aldım. Serdar'a verdim, evde giyilir en azından.

Akşam olunca kokteyl başladı. Kevin diye birisiyle tanıştık. Aslen Londralı ama Avustralya, Sydney'de yaşayan birisi. Yarım saat kadar konuşmuşuzdur sanırım. O da güzel bir anı olarak yer etti bende. Havadan sudan, müzikten, Sydney'deki hayatından falan konuştuk. Böyle anlar için yurtdışına çıkmış olmak önemliydi gerçekten. İletişim, farklı kültürden birileriyle ortak noktaların olması, onlar hakkında fikrini beyan etmek, karşındakinin katılmasa da anlıyorum ama öyle düşümüyorum demesi (bizim buralarda neredeyse hiç olmayan bir şey, malum)... İnsanlık şart.

Excel Forum'dan çıkınca Serdar bizi suşi yemeye götürdü adını hatırlamadığım bir yere. Ordan da Nicholson's diye bir pub'a geçtik. Peki, nasıl geçtik? Yürüyerek. Daha doğrusu ya ne tarafa gitsek diye dolaşırken sokağın ortasında bu tarafa gidin diye bir ses duymuş Canlar. Biz arkalardaydık o sıra. Polis ya da polisimsi bir görevli Türk'e denk gelmişiz meğerse. İlginç bir yer Avrupa. Her yerde Türk var. Sokakta ağız dolusu bir küfür edeyim diyemiyorsun mesela. Ha, tabii, küfür gene etmeyelim de ben şimdi gün içinde buradayken BULLSHIT diye yüksek sesle tepki gösterebilirim çekinmeden. Ama orada ı ıh, yemiyor, yemedi.

Nicholson's'dan çıkarken (bunu, sırf ilerleyen yıllarda lazım olursa hatırlaması kolay olsun diye yazıyorum) Şermin kendine bir köle tuttu ve at arabası niyetine bisikletle onu götürecek birisiyle döndü oteline. Hahaha, çok ilginç bir sahneydi. Yağmur yağıyor bir yandan. Aaa, yağmur! Nasıl unuturum? Londra adeta bir Trabzon. Sürekli açıyor ve kapanıyor hava. Hiç yadırgamadım desem yeridir. O kadar alışkın olduğum bir iklim ki. Ama sanırım alışkın olmayan birini çileden çıkarma potansiyeli de epey yüksek.

Otele geri dönmek için Uber kullandık. Ben öne oturdum ve bir çeşit hobi olarak iki üç dakika gittikten sonra şoförle konuşmaya başladım. Sanıyorum 50li yaşlarında bir adamdı, Yemen asıllı ama ömrünün sadece altı ayını orada geçirmiş Hasan isimli bir abimiz. Londra'ya gelmeden önce sanırım Amsterdam'dı, sigorta hukuku vb. konularla ilgilenen bir avukatmış. Dedim niye bıraktın gül gibi işi de gelmiş Londra'da direksiyon sallıyorsun. Şartlar öyle gerektirdi gibi bir şeyler demişti sanırım ya da hatırlayamadım şimdi. Bir ara konu politikaya geldi. Detayları geçiyorum, en son ben daha sana laf anlatamazken bizimkilere nasıl anlatayım diyordum. O konuyu kapatınca bir ara Türkiye'ye, Adana'ya geleceğini söyledi. Dedim dikkat et, Adana'da güneşe silah çekiyorlar. Böyle konuşma ortamlarda. (Zor indirdiler beni arabadan. Ama nasıl içkiliyim!)

***

19 Mayıs Cuma, Türkiye'de resmi tatil olduğu için güzel denk gelmişti. Allah'ım, o gün ne yürüdük. Yalnız iyi yürüdük. En azından benim standartlarımın epey üstünde yürüdük.

Sabah çıktık ve Can-Eliz çifte kumrularıyla Big Ben'e yakın bir yerde buluştuk. Londra'da abartısız her sokakta Pret A Manger diye bir mekan var. Bizdeki Bim gibi bir şey. Eliz'in söylediğine göre Fransızca Ready to Eat (pğet e monje) demekmiş. Ama her sokakta var, bu kadar da olmamalıymış. Neyse, kahvaltımızı orada yaptık. Ardından Thames Nehri üzerinde gezinti için bilet aldık.

Tower of London'a gittik. Burası eskiden hapishane olarak kullanılan bir kale aslında. Tur eşliğinde gezilebiliyor. Ha, beni çok etkiledi mi? Hayır. Tur rehberini pek dinlemedim açıkçası. Belki dinlesem daha güzel olabilirdi. Mücevherlerin olduğu kısım güzeldi. Yüzyıllar boyunca İngiltere krallarının ve kraliçelerinin takıları, elbiseleri vs. sergileniyor. Bazılarındaki ince işçilik hakikaten takdire şayandı. Bu işlerden hiç anlamayan ben bunu diyorsam herhalde gerçekten iyidirler. Bilemedim.

Çıkınca yine orada meşhur bir olay olan Fish & Chips (balık ve patates kızartması) ile karnımızı doyurmaya gayret ettik. İyi miydi, kötü mü bir fikrim yok. Kafamda yer etmemiş pek. Orada daha fazla oyalanmadan şehir merkezine döndük ve bir müddet yürüyerek Trafalgar Meydanı'na geçtik. National Gallery'ye girdik. Kocaman bir galeri, büyük ressamların boy boy tabloları vardı. Üstelik giriş ücretsizdi. Eduard Monet'nin tablolarını heves ederek girmiştim ama onların olduğu kısım kapalıymış o sıra, talihsizlik. Bir iki saat en az dolaşmışızdır sanırım içeride. Bazı tablolar hakikaten akıl alır gibi değildi. Yetenek ve çalışkanlık dile gelmiş adeta. Tarihe bu şekilde iz bırakabilmek ne güzel.

Bu arada Trafalgar Meydanı'nda kocaman bir başparmak heykeli var. Gördüğüm anda aa, ben bunu biliyorum dedim, Sissy Hankshaw bu (ismini hatırlayamamıştım gerçi o an). Geçenlerde okuduğum Tom Robbins kitabı Kovboy Kızlar da Hüzünlenir'in başkarakteri için heykel koymuş adamlar meydana. Yani, en azından ben öyle sanıyorum hala. Gidip araştırmadım başka bir şeyse hevesim kursağımda kalmasın diye.

O günü de öyle akşam ettik diyebilirim. İki saat oldu yazıya başlayalı. Umarım bir ara bitirebilirim. Bugünlük noktayı koyuyorum. Sonra devam ederim. Yaşarken bu kadar uzun gelmemişti halbuki.

***

Bir buçuk ay olmuş, hala devam edeceğim yazıya, ey gidi...

***

Cumartesi günü tekneyle Greenwich'e giderek başladık güne. Burada sabah sabah öğrendiğim ilk şeyse Greenwich'in telafuzu oldu. Takdir edersiniz ki ben bugüne kadar Griinviç olarak okuyordum orayı. Sıfır meridyeni olması onu da okuyamazdım da işte konumuz o değil. Grii(y)niç şeklinde bir telafuzu varmış meğersem. Gizli bir y tıpkı bizde kaynaştırma harfi gibi yerel halkın dilinde neredeyse her yerde var. Mesela eve (home) hom deyip geçeriz biz (çünkü biz kendi aramızda hep İngilizce konuşuruz) ama onlarda hoöym gibi bir deyiş var. Bilenden dinleyince insan bir hoş oluyor. Fokin' eeay!

Tekneden indiğimizde böyle eşşşşek kadar bir gemi karşıladı bizi, Cutty Sark. Zamanını en hızlı ticaret gemisiymiş. Girdik, gezdik ve şahsen ben tatmin oldum. Ayrıca tur sırasında geminin başından sonunu dönemin kıyafetleriyle anlatan bir hanımefendi vardı. 16 yaşındaki oğlu (adını unuttum şimdi) denize açılmış da onun yolunu gözlermiş edasıyla tüm gemiyi gelenlere anlatıyordu. Harika bir deneyim, mükemmel bir aksan ve çok ama çok anlaşılır bir İngilizce. Tur sonunda fotoğraf çekilme isteğimi de sağ olsun kabul etti, Türklerin denizci geçmişi de çok iyi diye de muhabbet açtı. Kültürlü insanın hali bir başka.

Turu bitirince Greenwich'in içine doğru yol almaya başladık. Şahsen ben Greenwich'i Londra merkezden daha yaşanılır ve güzel buldum, çok sempatik bir yerleşim tipi var. Binalar hep yan yana, içinde kocaman bir de pazarı vardı. Pazar derken içinde dünya mutfağına dair ne ararsanız bulabileceğiniz bir yerden, takılardan, kıyafetlerden vs. bahsediyorum.

Pazardan çıkıp artık iyice acıktığımızı fark edene dek ilerleyince gözümüze bir yer kestirdik ve içeri daldık. Kulağımıza sanki 'oğlum şu masayla ilgilenin' gibi bir ses çarptı. Emin olamadık. Vee hemen görevli arkadaş 'abi Türk müsünüz?' diye geldi. Vay Ciiyzıs, elin Greenwich'inde Türk bir ailenin işlettiği bir Ocakbaşı restoranda İngiliz kahvaltısı yaptım. Beynimdeki tüm sinir hücreleri çarpıştı kültürel karmaşadan. Adama diyorum ki ben çay istiyorum, diyor ki abi bizim çaydan mı? Dedim evet. Yanıtı şuydu: abi ne bileyim, burda çay dedin mi sütlü çay oluyor, alışana kadar canım çıktı. O da haklı şimdi.

Oradan çıktık ve gözlemevine doğru yemyeşil bir alan boyunca yürümeye başladık. Millet kedisini köpeğini almış, eğleniyor çimenlerde. Biz de yürüyoruz bir yandan. Halbuki iki üç dakika sonra yiyeceğim haltı bilsem siz gidin, ben geriye dönüyorum derdim. Çok on numara bir pot kırdım. Anlatıciiiym; ama öncesinde bir noktayı açıklığa kavuşturmam lazım.

Ben günlük hayatta baston kullanan (aslında kanedyen onun adı ama tıbbi ekip harici pek bilmiyor) birisiyim. Yeniköy'de öğle yemeğine çıktığımızda bazı itler (köpek değil çünkü onlar) beni görünce canhıraş bir şekilde havlıyorlar. Sanki ben bir Hitler'mişim gibi hissediyorum kendimi. Sırf bu yüzden son üç aydır yolumu değiştirmiş durumdayım. Hem onların kafası rahat, hem benim. Kaldı ki kim bilir kim ne yapmıştır hayvancağızlara da bağırıyorlar. Her neyse...

Efendim, sağımızda frizbisini atan, solumuzda koşan, yanımızdan geçip gidenler derken yeşillik boyu ilerliyoruz. Ben de gayet huzurlu bir şekilde şöyle bir cümleye başladım. 'Buranın itleri de ne medeni, hiç ha(vlamıyor diyecekken Yeşim hapşırdı yanımda)pşırmıyor'. Dedim. Evet, hapşırmıyor dedim. :( Saniyesinde üç beş özür dileme girişimi falan ama nafile. Kendimi kınıyorum. Yıllardır böylesine bir pot kırmamışımdır. Beynimin otokontrol mekanizmasına başlayacaktım da neyse ki iki dakika sonra ben hapşırdım; böylece oranın itlerinin de hapşırdığını tescillemiş olduk bir nevi. Hapşırmıyor dedim ya. :( Tekrar özür dilerim Yeşim.

Bu tatsız ve bir bakıma da unutulmaz olayın ardından gözlemevine vardık, dolaştık ettik. Buraları geçiyorum. Sonuçta sıfır meridyenine ayak basmış bir insanım artık, bir Everest değil ama olsun.

Dönüşte Can ve Eliz'le buluştuk tekrar ve üç tane mekanda yer bulamayıp sonunda kendimizi Bella Italia isimli bir yere attık. Menüdeki hiçbir şey hakkında fikrim olmadığından ne yesek Can demiş bulundum. O da baktı ve dedi ki abi Lamb Rosemarine diye bir şey var. Tamam dedim. KIRK BEŞ DAKİKA bekledik. Yalnız iyi bekledik. Ve fakat beklediğimize değdi. Utanmasak kemikleri de yiyecektik. Kısık ateşte pişmiş, harika bir etti. Böyle şeylerin isimlerini aklında tutamayan birisi olarak Lamb Rosemarine'i de unutamıyorum.

***

Pazar sabahı Hyde Park'ta kahvaltı yapıp direkt memlekete uçtuk. Anlatılacak çok bir şeyi yok. Havaalanındaki görevlilerin yüzündeki bakıştan Türkiye'ye gelmiş olduğumuz rahatlıkla anlaşılıyordu zaten.

***

Epey uzun bir yazı oldu ama genel olarak Londra'ya, insanlara ve kültüre dair ciddi anlamda dikkatimi çeken birkaç konudan bahsetmeden bitirmek istemiyorum. Yukarıdakileri tamamen ilerleyen yıllarda unutma ihtimalime karşın yazdım. Şimdi yazacaklarım aslında insanların bana Londra nasıl dediklerinde verdiğim yanıtların bir derlemesi olacak.

Medeniyet ölçüsü olarak kaldırımlardan başlayabilirim sanırım. Buradaki gibi neredeyse yarım metrelik kaldırım diye bir şey yok. Yürürken hiç zorluk çekmedim. İki üç parmak kalınlığındalar veya çok daha az bir uzunlukta. Ben sorun yaşamadıysam abartarak kaldırım yok bile diyebiliriz aslında. Tabii ki kaldırıma park etme gibi konular hiç yok. Hatta sadece bir gün bir kez korna sesi duyduk ve aaa, korna çalmıyor lan adamlar diye şaşırdık.

Kaldırımlar demişken trafiğin bize göre ters yönde akması sebebiyle tüm yaya geçitlerinde sağa bakın, sola bakın şeklinde uyarı yazıları var. Yola yazılmışlar kocaman. Ayrıca bisikletlerin kendilerine özel şeritleri ve trafık ışıkları var. Daha da önemlisi adamlar kurallara uyuyorlar. Yani, bisikletli üç kişi peş peşe geliyor. Kırmızı yanıyor, yolda kimse yok ve DURUYORLAR. Oha! Dedim beni alıştırmayın böyle şeylere, ben maceralarla büyümüş bir insanım. Yok daha neler Cenifır...

Sonraki maddemiz: yemek yemek için gidilen mekanlardaki 'burada mı yiyeceksiniz?' sorusu. Hiç alışık olmadığım için başlarda yadırgadım. Siparişinizi verdikten sonra burada mı yiyeceksiniz diye soruyorlar ama bunu paket yapmak için değil, orada yenecekse bir nevi oturmak için de masa ücreti almak için soruyorlar. Aslında bunu şöyle yorumlamak da mümkün: orada yemeyecekseniz daha ucuza yemiş de olabilirsiniz. Atalarınızın Polyanna genleri taşıyıp taşımadığına göre değişen birtakım doğa olayları da diyebiliriz.

İnsanların birbirine olan standart davranışları da (aslında bizle kıyaslayınca buna saygıları demek daha doğru olabilir sanırım) kendini çok ama çok belli eden bir başka konu. Örneğin, ben Türkiye'de toplu taşımaya binmekten nefret ederim. Ama gerçekten nefret ederim. Bazen beni görmezden gelirler ve bildiğin sevinirim. En azından başımın eti yenmedi derim. Çünkü bizde ısrar diye bir lanet var.

- Buyrun, oturun. (bu normal)
- Yok, sağ olun, ben böyle daha rahatım. (Allah'ım, başlıyoruz.)
- Yok yok, gel otur. (benden iyi biliyor)
- Gerçekten ayakta daha rahatım. (küfür is coming)
- Allah Allah, yav gel!
- ... (birtakım hoş olmayan iç sesler vs)

Bu neden önemli biliyor musunuz? Şundan: Londra'da ilk sabah, metroya bindik. Kalabalık içerisi ve ayaktayız. Birisiyle göz göze geldim.

- Oturmak ister misiniz?
- Hayır, teşekkür ederim. Böyle daha rahatım.
- Tabii...

Lan?! Size yemin ediyorum iki saniye aptallaştım. Kendimi o kadar hazırlamışım ki savunma yapmaya, algılarım köreldi. Israr etmedi adam. Dedi herhalde bir bildiği vardır. 'Okay' dedi. Benim ömrüm böyle şeyleri savunmakla ve bunun için özel bir savunma mekanizması oluşturmayla geçti. Oraya harcadığım enerjiyle neler yapardım ben. Bu ülkede büyüyerek hepimiz mahvoluyor olabiliriz. Bambaşka bir dünya, bambaşka bir hayat mümkün. Biz, basitçe yanlışız. Bu konudaki hayal kırıklığımı düzgün ifade edecek edebi yetkinlikten yoksunum. Adam ısrar etmedi ve üzerimden tonlarca yük kalktı, anlıyor musunuz?

Peki, bu neden bu denli önemli? Bu soru bizi kalan son ve kişisel olarak benim için en önemli maddeye getiriyor. Londra'da sokaklar bastonlu, koltuk değnekli, tekerlekli sandalyeli insanlarla dolu. Toplu taşıma araçlarında engelli ve hamilelerin yanında özel olarak bir de bastonlu işareti var. Gerçekten fark ve anlayış çok büyük, orada bu insanlar sosyal hayatın bir parçası. Hala yaşıyorlar ve var olduklarını görüyoruz.

Ben Türkiye'de, sokakta herhangi bir gün bastonlu, koltuk değnekli ya da tekerlekli sandalyeli birisini görmüyorum. Bu insanlar evlerine kapanmış şekildeler. Çünkü sokaklarda gidebilecekleri yol yok, yol olsa da araba park ediliyor zaten. Kaldırımların en az bir karış olmasına değinmiyorum bile. Günlük hayatımda hep tek tip insanlar görüyorum. Sanki herkesin fiziksel sağlık olarak mükemmel olduğu bir ülkede yaşıyormuşuz gibi bir makyajı var sokaklarımızın. Ciddi anlamda kendimi yalnız hissettiğim oluyor sırf bu yüzden. Elin Londra'sında elinde bastonlu insanlarla sanki aramızda gizli bir dil varmış gibi selamlaşınca fark ettim bunu.

Bu konu çok kişisel olduğu için uzatmak istemiyorum. Özetle şunu diyebilirim ki bana sen burada kalacaksın, Türkiye'ye dönmeyeceksin deselerdi bir an düşünmezdim. Burada bir şeyler çok ama çok yanlış ve bu gidişle üç beş kuşak sonrası bile görmez düzeldiğini. Karamsar değil, gerçekçi fikrimi paylaşıyorum; çünkü burada bu hayatı yaşıyorum.

***

Şaka maka bitirdim sanırım. İki ay olacak neredeyse yazıya başlayalı. İyi gayret ettim bence. Araya bayram girmemiş olsa daha erken bitebilirdi bile. Sağlık olsun.

Hepinizi hürmetle selamlıyorum. Çünkü neden selamlamayayım?

Hoşça kalın.
 

8 yorum:

  1. İyidir Şahin, senden naber?

    YanıtlaSil
  2. Yazının uzunluğunu görünce nasıl mutlu oldum anlatamam :D Siz daha çok yazsanız, biz daha çok okusak... Okuduğum en güzel/eğlenceli/içten gezi yazılarından biriydi.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ediyorum efendim. Çok gezen bir insan değilim. İleride 'ya orada ne yapmıştık, hep unutmuşuz' dememek için yazdım. Yoksa ben daha çok 'çok konuşan çok yanılır' sınıfına dahilimdir. :)

      Sil
  3. Geçen sefer okumam yarıda kalmıştı, bugün baştan sona okudum. Tekrar yaşamış kadar oldum doğrusu:)) eline diline sağlık:) Bu arada bilmeyenler için söylüyorum o hapşıran benim! Komik bir anı oldu, paha biçilmez..

    YanıtlaSil
  4. Selam ben anonim. aaaa çok özlemişim kendimi ya :D:D ahag ahag

    Neyse, yarın Londraya gideceğiz ve bir akşam öncesinden bu yazıyı görmeme ne diyorsun. Bence baya iyi. Londraya daha önceden iki kere gittim ama hala gidecek çok yer var. Bu arada ben york'ta yaşamaya başladım. Keşke buraları da görseymişsiniz ama ben de gelene kadar york u bilmiyordum. no problem yani :)

    Buralar ve bizim oralar. Ne denebilir ki. Hayatı kendimize çok güzel zorlaştırmışız..

    Bu arada anlattıkların bana bir anımı hatırlattı :) Biz de geçen İngiliz komşularımla geziyorduk. Çay alacaktık, baktım ki ödemiş. Okey next time bendensin hacıt dedim. Sonra kahve içmeye gittik, kahve şimdi daha pahalı. öfff şimdi olmaz dicek karşı çıkacak ya ne saçma olacak falan diye düşünüyordum. Dedim coffee benden. Okey dedi. Ben de o an bi hönk oldum, aydınlandım. Oley lan dedim. Anlaşılmak ne güzel. Öyle medeni medeni yaşıyoruz işte.

    Bu arada yıllar sonra kendi bloguma girdim de, ne güzel müzik çalıyor allahım. Allahtan zamanında kafayı kullanıp en güzel radyoyu ben eklemişim bloguma. Kendimi tekrar takdir ederek bitirmek istiyorum ::))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yıllar sonra gelen adsız havası... Paha biçilemez (demek isterdim ama kahveden daha pahalı bir pahası var, kabul etmezsin falan :p)

      York'ta yaşamaya başlamış da falan da filan. Hayırlı olsun efendim. :) Bir aksilik olmazsa ben de Kasım'da San Francisco, Las Vegas dolaylarında olacağım. Amerika'da mesafeler çok uzun.

      Londra'ya benden selamlar. Ara sıra hatırlat kendini. :)

      Sil