24 Ağustos 2012 Cuma

Özdemir Asaf - Çiçek Senfonisi


"Benim söylemek için çırpındığım gecelerde,
Siz yoktunuz."

Büyük şair, kelime cambazı Özdemir Asaf ve tüm şiirlerinin toplandığı eseri Çiçek Senfonisi ile herkese merhaba.

İlk defa bu yıl bu denli fazla şiir okudum. Orhan Veli, Cemal Süreya, Cahit Sıtkı (özellikle yalnızlık ve ölüm üzerine yazdığı şiirleri çok beğenmiştim mesela), hatta Edgar Allan Poe derken şimdi de Özdemir Asaf. Hepsi birbirinden güzel şiirler yazmış ama hiçbirisi Özdemir Asaf gibi kelimelerle kafa bulmamış diyebilirim.

Bazı şiirleri içinde öyle mısralar var ki başlı başına birer şaheser. Mesela, 'Ölümümden Biraz Sonra'da geçen 'Gözlerim dışına kapalı, içine açık' gibi… Halbuki ben olsam en fazla 'Vay arkadaş, ölmeyeydik iyiydi' falan derdim en fazla. Pek sanatçı ruhlu birisi olduğum söylenemez, evet.
  
"Bilme, niçin biliyorsun…
Seni saran aşkların farkındasın, şiirle.
Unutmak isteyorsun, unutamayorsun,
Aynı kelimelerle."

Kitap epey kalın, yani Özdemir Asaf epey bir eser vermiş. Özellikle işaretlediğim ve beğendiğim birçok şiir var. O yüzden tek tek hepsini belirtemeyeceğim. Bunların arasında artık resmen internete mal olmuş olanlar olduğu gibi benim ilk defa okuyup çok beğendiklerim de vardı haliyle. Eminim sizler de çok beğeneceksinizdir birçok şiirini.

Yani mesela insan böyle ağır ağır, düşünceli düşünceli Seni Seyrederdim'i okusa beğenmez mi Allah aşkına? Bakın beğenmezseniz diye uyarıyorum, dikkatli okuyun. Sonuçta 'Çocukluklar çocuklardan azdır' şeklinde bir tespit yapabilmiş birisinden bahsediyoruz (Şimdinin isimli şiirinde). Başka da bir şey demiyorum.

Sayfalarca anlatılabilecek bir kitap aslında Çiçek Senfonisi. Ama alıp okumanın tadı bir başka. O yüzden herkese tavsiye eder, gerekirse kefil de olurum. Sonuçta kooca Özdemir Asaf'a kefil oluyorum, benim için gururdur. Ama fazla yüklenmeyin, ben de insanım. Kapanışı bu kısa ama etkili şiirle yapmak istiyorum. Şiirin adı: Zoru. Buyrunuz ve esen kalınız.

"Bir gün,
Herkes kendi bahçesine, derlerse…
Hazır mısınız."

NOT: Bu arada gençler ve hep genç kalanlar, Lavinia dediğimiz eser Feridun Düzağaç'ın bir şarkısıdır, evet ama aslında Özdemir Asaf'ın bir şiiridir. Arz ederim, benim gibi cahil kalmayın. :)

NOT 2: Bir de 'Soru' isimli bir şiiri var Özdemir Asaf’ın. Bu şiir hakkında fikirlerinizi de almak isterim açıkçası.

NOT 3: Farkındayım notlar yazının kendisinden uzun olacak nerdeyse ama An isimli şiiri de okuyun eliniz değmişken. :)

NOT 4: Oldu olacak O Yolda'yı da okuyun bari.

NOT 5: Şaka şaka, bitti. :) 

23 Ağustos 2012 Perşembe

Hissiyat

Poffff...

Bu yalnızlık nasıl bir şeydir böyle ya? Doğup büyüdüğün yerden ayrılmak neden her seferinde bu kadar zor? Alıştığın, bildiğin yerden kaçma isteği neden? Düşündükçe büyüyen hasretlerden yorulmak hem de daha yolun başındayken. Az anlamak, çok anlatamamak...

En büyük soru: neden? Yanıt içimde, ikna da olmuşum. Olmuş muyum? Olmuşumdur herhalde artık, olmuş olmam lazım. Kendimi mi kandırıyorum yoksa? Bunca zaman mı? Yok artık! Olmaz öyle şey!

Anlam veremediğim: her şey böyle iyi giderken içimde bir sıkıntı olması. Çok mu efkarlıyım? Arka planda çalan müzik bile benimle dalga geçiyor olabilir mi? Tesadüf diye bir şey var mı? Beklemek kadar yorucu başka iş var mı?

Az biraz havamda olsam mesela bu yazıyı 'Mustafa böyle saçmalamayı nerden öğrendi? :)' diye devam ettirirdim, ama istemiyorum. Gelmiyor içimden ki bu da benim gözümde gelmiş geçmiş en geçerli bahanedir. Evet, içimden gelmiyor. O zaman ne yapmam lazım? İşte, cevap da içinde değil mi zaten? İçimden geleni yapmak... Peki, içimden ne geliyor? Hiçbir şey... Yuh! Hiçbir şey nasıl yapılır, yapılabilir mi? Daha doğrusu insanın içinden hiçbir şey gelmeyebilir mi? Mümkün mü? Oluru var mı? İnsanın herhangi bir zaman diliminde hiçbir şey düşünmeden bir müddet durabilmesi olanak dahilinde mi?

Sorular, sorular, sorular... Yine kolayına kaçtım baksanıza. Sadece sordum. Cevap arayışım yok gibi. Zaten sanki bir cevap duymak için değil de sadece yazmak (konuşmak) için tüm bunlar. İleriki bir zamanda bunları buraya yazdığıma pişman olacak mıyım? Neden olayım, neden olmayayım? Sonuçta ben neşeli birisi değil miyim? Bu kadar ağırlık neden? Soluduğum hava civa ile mi kaplı sanki bugün?

Hayır! Sadece bugün, artık geri kalan ömrümün ilk günü. Bugün, bir şeylerin artık değişmeye başlaması gerektiğine kesin ikna olduğum gün. Evet, bugün o gün! Çünkü ben bugünün o gün olmasını istiyorum.

Bugün, o gün!

Derin bir nefesle başlar tüm yolculuklar...
 

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Kafamda Bir Curcuna

Hayat, benim gözümde mücadele etme sanatı. Daha ötesi de var tabii elbet ama en temelde bu. En büyük mücadele ise kendimizle. Kafamızın içindeki sonsuz dünyada neler neler canlandırmıyoruz ki?

Mutluluk diye bir şey var. Nedir harbi? Kimdir yani mutlu? Nasıl olunur, neden olunur, varsa nasıl farkına varılır? İnsan, hayatındaki herhangi bir gelişmede 'lan gerçek mutluluk buys ben bu zamana kadar kendimi kandırmışım' diyemez mi? Bence bal gibi de der. İyi ki de der ayrıca. Biraz şaşkınlık iyidir, tıpkı biraz deliliğin şart olduğu gibi. Evet evet, biraz delilik kesinlikle şart!

Ne kadar sıkıntılı bir insanım ben ya? Bu yazıyı bayramla ilgili bir şeyler karalamak için yazacaktım ama yazdıklarıma bak. Hayır yani bir de arkadan Barış Manço gaz veriyor Arkadaşım Eşek diye.

Neyse, madem boş boş bir yazı olacak bari Trabzon'a gelirken uçakta tanık olduğum bir anekdot ile bitireyim. :)

Efem, Atatürk Havalimanı'nda uçağa bindik. Millet yerleşme telaşı içinde falan... İki dakika sonra arkamda iki tane hanımefendi konuşuyor. Muhabbetin en can alıcı noktalarından birisinde şöyle bir soru geldi: 'Eee, sen nere gidiysun?'. Cevap afallatıcıydı: 'Tirabzon'a.'!

Lan?! Nasıl ya?! Hahaa, vay arkadaş dedim harbi harbi yine memlekete dönüyorum. Yanlış uçağa binmiş olma ihtimali yok. :)

Böyleyken böyle işte. Bir haftadır soğuktan da donuyorum zaten. Sırf inadımdan da uzun kollu bir şey giymiyorum. Zaten hafiften üşütük bir insanım, daha beter olmasam bari (bunları bi yerde daha yazdım sanki ben?!).

Yağmur kokulu memleketimden saygı ve sevgilerle, en güzelinden bir bayram geçirmeniz dileğiyle...
 

7 Ağustos 2012 Salı

Amin Maalouf - Semerkant

Kısa tutacağımı umduğum bir kitap yazısı ile yine ben! Nasılsınız, ne var ne yok, nasıl gidiyor ey ahali? Sıcaklar bunaltıyor mu? 'Hep bu nem' dediğinizi duyar gibiyim, hahahaa. :)

Efem, ilk defa Amin Maalouf amcamızın bir kitabını okudum. Sonra da gittim kafamı duvara vurdum neden daha önce okumamışım diye. Öyle de güzel, tatlı yazıyormuş adam. Haberiniz olsun.

Yazımızın konusu olan Semerkant isimli kitabında Maalouf, taaa Ömer Hayyam zamanından başlayıp Titanic'in batmasıyla son bulan (ne alaka değil mi) bir kurgu çıkarmış ortaya, Ömer Hayyam'ın Rubaiyat'ı üzerine inşa edilmiş bir kurgu. Dört bölümden oluşan kitapta özellikle ilk iki bölüm benim gibi tarihi kurgu sevenlerin çok hoşuna gidecektir. Bu iki bölümde genel olarak Ömer Hayyam'ın Hasan Sabbah ve Nizamülmülk ile olan ilişkisi yansıtılmış. Eğer biraz önce dediğim gibi bir tarihi kurgu tutkunuysanız sizin de aklınıza tıpkı bende olduğu gibi Wladimir Bartol'un Fedailerin Kalesi: Alamut kitabı gelmiştir. Yani Semerkant'ı beğenen onu da mutlaka beğenecektir bence, tam tersi de doğru olabilir nitelikte.

Sonraki iki bölüm daha siyasi konular anlatılmış kitapta. İran'ın bağımsızlık ve mücadele dönemleri vs. Ben, kendi adıma siyasetten falan pek hoşlanan birisi olmadığımdan ilk iki bölüme kıyasla epey sıkıcı buldum bu son iki bölümü. Ama kurgunun bütünlüğü açısından buralardaki bazı detaylar da önemliydi.

Sonuç itibariyle gerçekten çok beğendiğim bir kitap daha okumuş oldum. Öyle ki Amin Maalouf'un diğer kitaplarını da okuma isteği ile dolmuş vaziyetteyim.

Nispeten kısa tutmaya çalıştığım bu yazımı da kitaptan bir alıntı ile noktalamak istiyorum. Bir sonraki buluşmamıza dek hoşça ve de dostça kalmanız dileğiyle...

Zamanın iki yüzü var diye düşünmekten kendini alamadı. Zamanin iki yüzü, iki boyutu var. Uzunlugu güneşe, genişliği tutkulara uyarlanmış.