27 Mart 2013 Çarşamba

Kolera Günlerinde Aşk (Kitap + Film)

Nihayet ilk Gabriel Garcia Marquez romanımı okudum: Kolera Günlerinde Aşk.

Neredeyse tamamı anlatımdan oluşan, diyaloğun çok ama çok az yer aldığı, zaman geçişlerinin müthiş bir kurguyla yapıldığı bir kitap. Tamamına yakını anlatı olduğu için haliyle detaylarla dolu. Bu yüzden de kitabı okurken atıyorum bir salondaki iki kişiden bahsediyorsa yazar, siz de sanki orda üçüncü bir kişiymişsiniz ve onları izliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz.

1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü de almış Gabriel Garcia Marquez. Bu ne demek? Bu, şu demek: saf bir edebiyatçı nasıl olunur görmüş olmak, dile hakim olmak nasılmış onu anlamak demek. Tamamen kafanızda kurduğunuz insanların en ince ayrıntısına kadar hayatlarını planlıyorsunuz ve bunu açık vermeden zamanda bir ileri bir geri giderek tutarlı bir şekilde ifade edebiliyorsunuz demek. Ben kendi hayatıma dair bile o kadar detaya sahip değilim. Hangi yıl okula başlamıştım deyince bir durup düşünüyorum mesela. Yaa yaaa...

Kısaca üç temel karakterden bahsetmek istiyorum. Florentino Ariza diye bir eleman var. Fermina Daza diye de bir hatun var. Bu ikisi arasındaki bağlantıyı anladınız tabii hemen, çok zekisiniz. Bravo! Ama bir de Doktor Juvinal Urbino var! (Bu arada o da erkek, yanlış olmasın) Şimdi anladınız mı peki ne olduğunu? İşler biraz karıştı, değil mi? Bu üçüncü isimle beraber araya 51 yıl, 9 ay, 4 gün girdi. Hey gidi hey, yarım asırdan fazla be. Ben akşam yemeğini bile bekleyemezken millet yarım asır sevdiğini bekliyor. Duygulandım yemin ediyorum.

Bu arada pek benim yazacağım tarzda bir yorum olmayacak ama yazmazsam da çatlarım. Florentino Ariza için diyeceğim onu da. Kusura bakmaz umarım. "Sürekli sevişiyor efendim, durduramıyoruz!". Evet, oh be, rahatladım.

Azcık da filmden bahsedeyim. Biliyorsunuz, kitap okumak olsun; dizi, film vs. izlemek olsun bunlar benim en büyük hobilerim. Haliyle bir film eğer bir romandan uyarlanmışsa önce kitabı okumam bir nevi vicdan meselesi oluyor. Bu kısa notu verdiğime göre film hakkında söyleyeceklerime geliyor sıra.

Filmin yönetmeni Mike Newell. Harry Potter ve Ateş Kadehi'nin yönetmeni olur kendisi ki iyi bir filmdi kendisi (aslında adam ne yapsın, senaryoyu yazanlar baltalamıştı filmi). Ariza karakterini de hiç beklemediğim bir karaktere vermişler: Javier Bardem! Vay arkadaş... Javier Bardem ki çok saygı duyduğum oyunculardan birisidir. Çünkü neden? Çünkü mesela Javier abim No Country For Old Men'de bu adam olmuşken Biutiful'da tek başına devleşmiş ve filmi alıp götürmüştür bu duruşuyla. Gerçi sonra da gitti Penelope Cruz ile evlendi ve birçok erkeğin küfrünü yedi, hayallerini yıktı ama olsun. Seviyoruz kendisini. Bu arada bu filmde de kendisi şu hale gelmiş durumda.

Film genel olarak iyi değil bence. Sürekli diyalogların olduğu sahneler falan olunca hızlı bir filmmiş hissi uyandırıyor insanda. Halbuki kitap o kadar ağırdan alıyordu ki her şeyi. Tabii bunu filmde yapmak kolay değil ama ı ıh, çok beğenemedim. Bir kere bu film İngilizce olmaz arkadaş, İspanyolca olacaktı ki sarsın. En büyük hayal kırıklığım bu sanırım. Ama müziklerini çok sevdim, onlara lafım yok.

Evet, böyleyken böyle oldu sayın seyirciler. Bir, hatta iki eleştirimin daha sonuna geldim. Giderayak Marquez amcamın kitapta geçen cümlelerinden birisini de paylaşmak isterim. Mutlu kalın.

Toplumsal yaşamın sorunu korkuyu yenmek, evlilik yaşamının sorunu ise can sıkıntısını yenmeyi öğrenmektir.
 

21 Mart 2013 Perşembe

LYS'ye Girecekler İçin Geliyor

Önümüzdeki pazar LYS var, kardeşimden biliyorum. Evet, bu kez kendimden biliyorum diyemedim (ya la (bunu kardeşim için yazdım (bilgisayar mühendisiyim ve parantezler konusunda hassasım (evet)))).

Bugün durup dururken düşündüm ki madem bu pazar yanında olamayacağım yiiiğrımın, o zaman ufak bir sürpriz yapayım. Sonra gittim ahan da bunun (soldaki arkadaş) siparişini verdim. Çok iyi oldu çok da güzel iyi oldu taam mı? İçim kıpır kıpır şu an.

Bu arada sevgili adaşçığım, bu fikrin aklıma gelmesinde senin payını atlayacak değilim. Sana da teşekkür ediyorum. :)

Çok kişisel olup iyice zıvanadan çıkmaya doğru gidiyor yazı. Toparlamak adına bir iki şey söylemek istiyorum.

LYS'ye ve sonrasında adını bilmediğim ikinci sınava (YGS o muydu acaba, her neyse) girecek tüm arkadaşlara başarılar diliyorum. Umuyorum ne okumak istediğinize, daha düzgün söylemek gerekirse ne olmak istediğinize dair net bir fikriniz vardır. Hedefi olan insanın başarması her zaman daha kolaydır. Ne kadar zoru da hedeflemiş olsa bir şekilde ona göre çalışır o kişi (ayıptır söylemesi bunu kendimden biliyorum (: ).

Siz gençlere bir diyeceğim daha var. Üniversiteyi bitirmek o gireceğiniz sınavlardan daha ZOR! Ama bu sınavların havası daha zor. Çünkü birer duvar aslında bu sınavlar. Psikolojik olarak zor, hepinize can-ı gönülden başarılar ve zihin açıklığı diliyorum.

Dediğim gibi, ne yapmak istediğini bilen insan onu bir şekilde yapıyor. Ama diyelim ki henüz bir meslek yok kafanızda, kararsızsınız. Hah işte, ona diyeceğim şudur ki şey eee, gidin bir karar verin artık! Bakın, beni zor durumda bırakıyorsunuz böyle. Hiç yakışıyor mu size? Çk çk çk... Lütfen ama!

Ne kadar boş beleş cümleler kurdum yine, farkındayım. Ama gördüğünüz gibi, üniversite de insanı adam etmiyor; o tamamen size bağlı bir şey. Gözünüzde büyütmeyin. Kendinizi iyi hisettirecekse şunu söyleyebilirim. Dört yıllık üniversite hayatımda 'lan bu adam da üniversite kazanmışsa demek ki herkes kazanır' diye düşündüğüm azımsanmayacak sayıda insanla karşılaştım. Bir şekilde yapacaksınız, öenmli olan kendinizi memnun etmeniz. İstedim ve yaptım diyebilmenin keyfi çok az şeyde var. Başarmak ve bunu bilmek, hayatınız bu duyguyla dolu olsun inşallah.

Bugün 20 Mart 2013 (idi en azından ben bu satırları yazarken), bugün çok güzel bir gün oldu. Bir adet can dostum güzel insanın da doğum günüdür 20 Mart, kendisine burdan tekrar selam ederim. Bugünün diğer güzel yanı da bir abi (ağabey yazmak da hiç gelmedi içimden niyeyse) olarak kendimle gurur duyduğum bir iş yapmış olmam. Evet, yukarıdaki sepetten bahsediyorum. İnsanın hayatında böyle günler olmalı, daha fazla olmalı hem de.

Yazımın nihayet sonuna gelmişken sizlere bu güzide şarkı ile veda etmek isterim. Hoşça kalın, tekrar tekrar başarılar diliyorum. :)

16 Mart 2013 Cumartesi

Les Miserables (Sefiller) [2012]

Nihayet bir buçuk yıldır beklediğim Sefiller'i izlemiş bulunmaktayım. Söyleyecek epey sözüm var. Daha şimdi bitirdiğim için gaza gelmiş bir şekilde başlıyorum.

Açılış sahnesi, daha doğrusu genel olarak açılış çok hoşuma gitti. Ama ya ben hatırlamıyorum ya da başlangıçta film adı falan yazmadı. Daha doğrusu tüm jenerik filmin sonunda. İyi olmuş, değişiklik iyidir.

Şimdi efendim beni bilen bilir, en sevdiğim iki yabancı kitaptan birisidir Sefiller (diğeri Suç ve Ceza). Filmin çekileceğini duyduğumda Jean Valjean rolü için aklıma ilk Hugh Jackman gelmişti. Neden? Çünkü Wolverine'den dolayı, evet. Kafamdaki sahne de devrilen at arabasının altından elemanı kurtardığı sahneydi. Sonra rol gerçekten de Hugh Jackman'a verilince benim bu bir buçuk yılın geçmesi için göbeğimi çatlatmam gerekti desem yeridir. Oh be arkadaş, tam hayal ettiğim gibi olmuş. Mükemmel olmuş!

Lincoln'ü henüz izlemedim ama Daniel Day-Lewis'in ne psikopat bir adam olduğunu, rollerine nasıl hazırlandığını biliyorum. O yüzden çok itiraz edemeyeceğim ama Hugh Jackman'ın Jean Valjean olarak en iyi erkek oyuncu oscarını alamaması acayip moralimi bozdu. Hay anasını Spielberg yaa, başka yıl bulamadın mı Lincoln'ü çekmek için?!

Geçen ay, Oscar töreninde Sefiller ekibi zaten şöyle bir performans sunmuştu ve benim dibim düşmüştü af edersiniz. Haklıymışım, film daha da fena. Tüm şarkılar bayağı bildiğin söylenmiş zaten çekimlerde (bu arada evet, film müzikal).

Peki, filme 10 üzerinden 10 veriyor muyum? Hayır! Neden? Bir kere kitabını çok sevdiğimden. Kitabının yerini almasını istemiyorum. Bir şeyi çok sevmenin böyle kötü yanları var sanırım. Ama film 10 üzerinden 10 zaten etmez aslında, ben çok sevdiğim için abartıyorum. Mesela Thenardier'ler karikatürize edilmiş(bu kelimeyi de hep kullanmak istemiştim ya, mutlu oldum şu an). Neyse, evet, karikatürize edilmişler. Adamlar bildiğin komik aile olmuşlar yani, güldürmek için varlar sanki filmde. Halbuki kitaptaki Thenardier'ler bildiğin korkunçtu. Yoksa ben mi yanlış hatırlıyorum? Kaldı ki roller çok ideal Thenardier'ler için, özellikle Helena Bonham Carter.

Bu arada son altı aydır Sefiller'in şu baskının yeniden basılmasını bekliyordum almak için ama basılmadı gitti bir türlü. Sizin tavsiye ettiğiniz daha iyi bir baskısı varsa belirtirseniz acayip sevaba girebilirsiniz. Ben kitabı Timaş Yayınları'nın baskısından okumuştum iki kez ama o dört yüz küsür sayfa bir şeydi, sadece kurgu kısmu vardı. Tamamını okumak istiyorum artık, zira geç bile kaldım.

Russell Crowe hakkında da bir iki şey söylemek istiyorum. Bir Javert olmuş mu? Olmuş olmuş, her ne kadar ben daha sıska birini beklemiş olsam da bu da olur. Russell Crowe, Twitter'dan sürekli o gün yaptığı spor etkinliklerini yazan bi amcamız. Hakikaten de yazdığı kadar varmış. En büyük boy ceketi giydirmişler ama düğmeler patladı patlayacak şekilde dolaşıyor tüm film boyunca. Bindiği atlara da acımadım değil açıkçası. Hayır, bu haliyle gelse Karapınar'da güreşse hiç sırıtmaz yani. İddialıyım bu konuda.

Kitabı okumayanlar ve okumayı düşünenler bu paragrafı okumasın lütfen. Kitaptaki önemli ayrıntılardan birisinin filmdeki yorumu üzerine bir fikir belirteceğim. Ben uyardım, başlıyorum. Javert'in köprüden atlayış sahnesi... Yani yerçekimi ivmesi olan g'yi 10 almışlar herhalde. Beğenmedim o sahneyi nedense, daha güzel çekebilirmişler gibi geldi bana. Bugün Türk filmlerinde bile bu sahnelerde g=9.8 (metre bölü saniyekare) alınıyor. Mesela NASA daha da abartıyor ve tam olarak g'yi g alıyor. Evet, bu da kanıtı! Bakın Felixciim hiç atlıyormuş gibi görünüyor mu? Bayağı bildiğin atlıyor adam. Limit hız falan kullanıyor yani. Lütfen bunlara dikkat edelim Hollywood. Şimdi baktım filmin yaklaşık 61 milyon dolarlık bütçesi varmış. Yerçekimi ivmesini bilen bir fizikçi falan alsaydınız sete. Neyse artık...

Filmle ilgili gelen ilk görsellerden birisi Jean Valjean imajı ile Hug Jackman'dı. Sonra gelenlerden benim en çok dikkatimi çekense Eponin'i oynayan Samantha Barks'ın bu fotoğrafıydı. Kendisi Les Miserables'ın sahne performanslarında (müzikal müzikal oynuyorlarmış sürekli) da oynuyormuş. Filmde de oynamış. Oynamış daaa arkadaş, ben kitaptaki Eponin'i sevmezdim, bu hatunsa içimi cız ettirdi. Bir de nerdeyse benden iki yaş küçük, hayat çok ilginç. Evet. 

Sonuç olarak beklediğime değen bir film oldu. Kitabın yeni baskısı çıkınca ya da bir şekilde bundan sonra ne zaman yeniden okumak istersem açıp bu filmi izleyebilirim. Müzikal olması kimilerini rahatsız etmiş ama ben sevdim. Sanata ve sanatçıya saygısı olan insanım çünkü ben. Şimdi de avaz avaz 'Look down, look down / Don't look 'em in the eye!' söyleye söyleye gidiyorum. Hoşça kalın.

13 Mart 2013 Çarşamba

Ayn Rand - Atlas Shrugged (Atlas Silkindi)

"John Galt kim?"

Yazımın da kitabın ilk cümlesiyle başlamasını istedim. Uzun zamandır, hatta belki de ömrümde ilk defa böyle farklı cepheden yazılmış bir kitap okudum. Kısaca söylemem gerekirse (kapitalizm vb. terimlerle konuşmayı pek sevmem, onun için falanizm filanizm yazamayacağım, kusura bakmayın) 'akıllı', hayatını 'mantık'la yaşayan, 'üreten' insanların gözünden bir kitap Atlas Silkindi. Ayn Rand istemiş ki bir de olan bitene, bu düzene onların gözünden bakalım.

Aslında kitap üç bölüm ve bu üç bölüm üç kitap halinde basılmış: İtirazsız, Ya Öyle Ya Böyle, Gerçek Gerçektir. Ama ben ne yaptım? Gittim üçünün tek bir ciltte basılmış halini aldım. Fena mı yaptım, iyi mi yaptım emin değilim. Çünkü normalden daha büyük boyda olan bir kitap bir de 1200 sayfa olunca insanı yoruyor. Bence üç kitap halinde okumak daha zahmetsiz olur. Hani ben yandım, siz yanmayın. Ama okuyun, ne yapın yapın okuyun.

Okuyun diyorum ama o görüşü de bilin diye istiyorum. Yoksa kesin hak vereceksiniz demiyorum. Sanıyorum ki zaten herkes buna hak verecek olsa şu anda dünya bu halde olmazdı. Fakat bilinçli olmak ve bakış açısını değiştirebilmek adına mutlaka okumak lazım, o kadarını söylemezsem çatlarım.

Şimdi kendi kendime konuşuyorum da hatun haklı diyorum (bu arada bilmeyenler için Ayn Rand'ın kadın olduğunu söylemek isterim, hani ilkin siz de benim gibi erkek sandıysanız, sanmayın). Yani evet diyorum, şimdi tüm bu teknolojik, bilimsel ilerlemeleri yapan adamları alın elimizden, geriye ne kalır? Ulaşım falan çöküyor harbi, çok fena. Allah'tan romandaki kadar zeki insanlar yok demek aramızda ki yapmıyorlar öyle şeyler. Ehehee, şaka lan! Durun, yapmayın!

Kitapla ilgili söylemek istediklerim bu kadar. Katılıp katılmamanız umrumda değil ama iki durumda da kafa yormanız gerekeceği için bu kitabı okuyun isterim. Okuyun canlarım benim, oku güzel kardeşim, oku lan, oku! (sinirlendikçe kibar kelimeler kullanan klasik Türk modeli (: )

Şimdiiii, gel gelelim filmlere. Evet, filmini çekmiş zeki(!) Hollywoodlu arkadaşlar. Başlıyorum.

I ıh, hiç olmamış. Ama hani az buçuk bir tutar yan bile yok. Üç bölüm için üç film çekmeyi düşünmüşler belli ki. Şu anda ilk iki filmi var ve onları izledim. Ne yazık ki izledim. Nalet olsun Ceyms, her şeyi berbat etmek zorunda mıydınız?

Birinci filmde tek tuttuğum rol Hank Rearden oldu. Diğerlerinin var ya alakaları yok kitaptaki karakterlerle. Kaldı ki film de zaten sadece diyalogların olduğu sayfalardan oluşuyor (burdan senarist arkadaşa selam ederim, çok yorulmuş belli ki). Halbuki kitap o kadar fazla tasvir ve düşünce içeriyor ki filmde zaten anlatamazsın. Çok merak ediyorum gerçekten, kitabı okumamış birisi ne anlayacak bu filmden? Kitabı okuyan zaten beğenmez; çünkü kitabın bir meselesi varken, fikri varken filmin yok! Niye bunca karmaşa? Kitap buna cevap verebiliyor. Film de tabii ki bunun bir cevabı yok. Yahu her şeyi geçtim, insan Hankciiim'in ailevi konulardaki iç hesaplaşmalarını bilmedikten, anlamadıktan sonra bunun filmini çekmişsin neeee çekmemişsin ne?! İzlemeyin de diyemiyorum ama, izleyin ki bana hak verin. :)

İkinci filmde tüm ekip değişmiş. Tüm ekip! Yeni Hank'in sesi zaten nerden çıkıyor belli değil. Görsel efektler sırıtıyor ama kitabın felsefesini yanıstsa film ona yine laf etmeyeceğim. Yine diyaloglar var sadece. Madem tüm ekibi değiştirdiniz, bari az işten anlayan bir yönetmen de tutsaydınız. Deli etmeyin insanı yani. Umarım üçüncüsünü hiç çekmeye kalkmazlar.

Her şeyi geçtim, iki filmde de Eddie Willers'ı zenci birer oyuncuya oynatmışlar. Ya ben lan neyse bişe demiyorum ya. Çk çk çk... Kitabın en kilit noktalarından birisi olan Eddie'nin 'çalışanın biri'yle konuşmalarını içeren hiçbir sahne yok! Bu zaten affedilemez. Kısacası her iki film de at yarışı hızında geçiyor ve keşke izlemeseydim diyorsunuz. Son olarak şunu da söylemeden geçemeyeceğim; Francisco d'Anconia gibi en asil duygunun insanı olan bir insanı iki filmde de hakkını veremeyen birer elemana oynattığınız için size Altın Ahududu ödülünü layık görüyorum.

Yazıya başlarken kısa tutacağım bu sefer diye düşünmüştüm ama adamın asabını bozuyorlar, ben n'apayım? Harry Potter'dan beter yani bu filmler kıyaslayınca. En azından o seride bir iki film iyiydi. Amaaaan, neyse ne işte. Amma uzattım ha.

Sonuç olarak millet, kitabı okuyun. Filmleri bana soruyorsanız izlemeyin. Hayal dünyanız kesinlikle daha güzel bir filme çekecektir zaten okurken.

Bir isyanımın daha sonuna geldim. Blogum da olmasa kime içimi dökecektim hiç bilmiyorum. Hadi ben gittim (hadi kelimesini kullanmadan veda edememe problemi bende de var sanırım), görüşürüz.