22 Kasım 2017 Çarşamba

Coşkuyla Ölmek II

"Çoğu zaman, kelimenin gerçek anlamıyla acıyla farkına varıyorum ki anlatmak istediğimin yirmide birini bile anlatamadım ve hatta hiçbir şey anlatamadım." (F. M. Dostoyevski)

Ben bu blogda yaklaşık üç yıl önce bir kez coşkuyla ölmüştüm. Bu akşam o yazının izinde tabiri caizse bir durum güncellemesi yapmak istiyorum. Böylece ne kadar takdire şayan (az) bir insan olduğumu bundan bilmem kaç yıl sonrası için kendime not düşmeyi hedefliyorum.

***

İstediğinde gezip tozabilen birisiyim. Niye olmayayım ki? Becerebiliyorum. Beceremediğim zamanlar olmuştu, yaklaşık yirmi yedi yıl kadar. Elimi cebime sokup sahil boyu ağır ağır, hem de inadına ağır yürüyebiliyorum. Sıkılana kadar... Çok mu anlamlı, çok mu önemli? Evet!

Siz kimsiniz ki size tüm doğruları(mı) söyleyeyim? Bir mucizeyi bekliyorum. Hayır, beklemiyorum. Evet, bekliyorum. Bilmiyorum. Gerçekleşmemesi önemli değil, gerçekleşse önemli olurdu. Bir yalanı yaşamıyorum, bir gerçeği yaşıyorum. Kaçmaya devam ediyorum. Kendime bir Bastiani Kalesi kurdum, serdim önüne de çöl gibi bir çöl. Kalenin kapısından dışarı adımımı atmıyorum. Kapıyı açar da yanlışlıkla çölde açmış bir çiçek görürüm diye ödüm kopuyor. Hayallerim hala sanki onları detaylıca düşünürsem mümkünatı yok gerçekleşmezlermiş gibi. Korkuyorum, kaçıyorum, dışarı adımımı atmıyorum. Çölden gelecek bir düşman beklemiyorum. Bir düşmandan korkmuyorum, eğlenceli bile olabilirdi. Ya beklediğim kişi gelirse, ya tanıdık biri gelirse, ya istemediğim biri gelirse?

Birilerini tanıdım. Bazı insanlar geliyor; çoğu gidiyor, azı kalıyor. İnsan istiyor ki kimisi hiç gitmesin (unutmadım, selamlar...). Sonra bunu isteyenin karşısındaki kalkıyor, gidiyor. Gitmek zorunda kalıyor. Çünkü öyle olması gerekiyor. Acı oluyor. Sonra o acı geçiyor. Acı çekmiş olmak geçmiyor. İnsan dalgınlaşıyor. Sürekli uzaklara dikiyor gözlerini. Soru istemiyor, sorun istemiyor, bilmek istemiyor, tanımak istemiyor. Peki, insan ne istiyor? Bilinmek istiyor. Farkında olunmak istiyor. Tanınmak istiyor. İnsan, ne istediğini kendisi de bilmiyor. İnsan, ahmak; insan, nankör; insan...

Doğup büyüdüğüm yerden iyi ki ayrıldım. Ayrılmasam delirecektim. İnsanları anladım. Anlam veremediğim davranışları oldu. Bu yanlış, bu böyle olmamalı dediklerim oldu. Ama, işte, oldu. Çünkü? Çünkü öyle olması gerekiyordu. İnsan olan bir kerede anlar. Ben insan olamamıştım. Suratını asmış; günü gününü, anı anını tutmayan bir 'şey' olmuştum. Kendimi anlamıyordum. Okumaya devam ediyordum. Zaten uzaklaştığım insanlardan iyice kopmaya başlamıştım. Kimseyi arayıp sormaz olmuş, laf edene de karşılık vermeye başlamıştım. Benden kıymetli miydiler? Ben kıymetli miydim? Böyle bir kıyas yapılabilir miydi? Yaptım. Benden kıymetli olsunlar istedim. Yeter ki bana dokunmasınlar. İçimdeki sesi yine susturamadım. Hala konuşuyor. Susturamayacağımı anlayınca dinlemeye mi başladım peki? Hayır. Görmezden geldim bir süre. Bunun da hayatta bir kişiye zararı olduğunu fark ettim; bana. Döndüm içimdeki sese. Dökül dedim. Derdin nedir? Ne olur dedi, iki artı iki dört etmesin. O salıncak var ya dedi, beni orada bıraktın. Bir boşluğun içinde, hala, bir ileri, bir geri, sallanıp duruyorum dedi. Sen elini cebine sokup gezip tozarken beni unuttun, unutmuş gibi yaptın dedi. Anladım. Hak verdim. Tamam dedim.

***

Gerisi gelmiyor, değil mi Mustafa? Kırk dakikadır klavyeye bakıyorsun. Daha çok bakarsın, ben sana söyleyeyim. Bugün birisi sırf senin saçma sapan bir davranışın yüzünden "kendimi salak gibi hissediyorum" dedi. Seni tebrik ediyorum. Olmak istediğin kişiden üç beş adım birden uzaklaştın. Bravo. Bütün kainat seni alkışlıyor şu an. Tüm ışıklar üzerinde. Mutlu musun? Çok basit, çok çok basit bir şey yapacaktın altı üstü. Niye erteliyorsun? Niye daha iyi hissettiremediğin gibi kötü hissettiriyorsun? On kere iyi olsan bir kere kötü oluyorsun. O bir kere de her şeyi kırıp döküyor. Neden yakınken bu kadar yakın, uzakken bu kadar uzaksın? Ne olacak?

Bilmiyorum...

Aslında aklımdan kötü bir şey geçirmiyorum. Yapacağım şeyleri yine yapacağım. Ama dışarıdan baktığımda hak veriyorum. Önemsemiyormuşum, ilgilenmiyormuşum gibi görünüyorum. Hep o maske... Sanki ben istedim. Allah belasını versin, sanki ben istedim. Heyhat, belki de bir dağı aşmak zorunda olan seyyah gibi bu konuda susmak en iyisi; elbette dağ olmasa, yol çok daha rahat ve kısa olur, ama sonuçta orada ve aşılması gerekiyor.

Kendi önümdeki en büyük engelim. Biri beni durdursa ne güzel olacak. Yoksa kendimle işim var.

İçimdeki boşluk gün geçtikçe büyüyor. Kendimi iyi hissetmiyorum.

Dipnot: Tüm samimiyetimle, özür dilerim.