31 Mart 2015 Salı

Emrah Serbes - Erken Kaybedenler

Önemli bir kitap ile karşınızdayım, çok önemli bir kitap ile. Komik ama hüzünlü bir kitap ile, acı ama gerçek bir kitap ile... Daha ne çok sıfat yazabilirim buraya, sanki gerek varmış gibi. Adı yeter işte: Erken Kaybedenler.

İlk kez Emrah Serbes okudum. Çok beğendim. Henüz ergenliğe girmemiş ya da yeni girmiş dönemdeki erkek çocukların gözünden sekiz tane öykü var kitapta. Yaşlar yanlış hatırlamıyorsam sekiz ile on yedi on sekiz arasında değişiyordu.

Bu topraklarda doğup büyümüş bir nesli o kadar net ifade ediyor ki bu öyküler. O yüzden biraz tehlikeliler. Neden bu kadar aşikar etmiş ki her şeyi? Hepimiz sanki onları sadece ben yaşadım diye düşünmüyor muyduk? Hahhaaa, fena çuvallamışız, çuvallamışım. Yani kafamızdan geçen tüm o ihtimaller, olaylar olaylar. En çok vurulduğum yerse mahalle maçlarında kaleci olma muhabbeti. Ya yemin ediyorum oturup ağlayasım var şu an. Vay arkadaş... O değil de ben yirmili yaşlarımın çoğunu tükmetmişim. Farkında mıyım acaba?

Hayatın yükü bazılarımızın sırtına çok erken biniyor. İşin tuhaf tarafı hayat boyunca ezilen de yine hep onlar oluyor. Yani bu 'çıldırtan denge'ye aykırı değil mi? Temelde ben o insanların erken kaybedenler olduğunu düşünmüyorum ama gerçekten acayip bir saçmalık var ortada. Ne olduğunu anlayamıyorum. Ha, anlamam şart mı? Onu da bilmiyorum. Ne biliyorum? Açıkçası hiçbir halt bildiğim de yok. Halbuki sorsalar doğmuşum, yaşıyorum ve öleceğim. Ne diye? Bak, onu da bilmiyorum mesela. İlginç...

Erken Kaybedenler çocuk yaştaki erkeklerin gözünden bir kitap sıfatından çok daha fazlasını hak ediyor. Buna itiraz edecek olanlar ya kızlardır (vuuuhuuuuu, ayrımcılığa gel) ya da dayak yememiştir. Halbuki kaybetmenin acısını erkenden tatmış olmanın dayanılmaz da bir hafifliği vardır. Beklenti düşük başlar, bir sıfır geride göründüğün hayatta bir de bakmışsın penaltılarla galipsin. Lan valla diyorum, bu aralar ne konuştuğumdan haberim var ne de yazdığımdan. Gafam yandı gene.

Biraz da altı çizili yerlere bakalım. (Toparlayamadı...)
  • Çünkü büyüdükçe arzularım küçüldü, şaşkınlıklarım küçüldü, beklentilerim küçüldü. Büyüdükçe öyle küçüldüm ki içimde taşacak bir şey kalmadı. (Anneannemin Son Ölümü)
  • Eko yapacak bir uçurumun kenarına gidip 'Fuck you!' diye bağırmak istedim. Sıkıntılı anlarda kullanılan bir deyim, Amerikan İngilizcesinde 'canın cehenneme' demek. (Anneannemin Son Ölümü)
  • "Bütün gün top peşinde miydin gene?"
    "Hayır anne, kaleciyim ben. Top peşinde olmadım hiçbir zaman, hep topun karşısında oldum. Bu gerçeği kabul et artık!" (Korhan Ağbi'nin Kardeşi)
  • Herkesin bir şeylerden korktuğu üç kişilik bir çekirdek aileyiz işte. Soyadımız Korkmaz. Ben devlet olsam buna müsaade etmem. (Denizin Çağrısı)
  • Söylemekten vazgeçtiğim şeyler söylediklerimden daha fazla. Çünkü insanları üzmek istemiyorum. (Denizin Çağrısı)
  • Unutmanın acısı, ayrılığından acısından farklı. Ayrılık hüzne yatkın, unutmak kasvete. Yani birini er geç unutmaya mahkum olduğunu bilmenin kasvetinden bahsediyorum. Birini yavaş yavaş unuttuğunun bilincine vardığın anların sıkıntısından bahsediyorum. O kişinin parça parça silinip alakasız hatıraların arasına karışmasından bahsediyorum. Belki de neden bahsettiğimi bilmiyorum, sadece üzülüyorum, vasıfsız keder. (Denizin Çağrısı)
  • Göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok, arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar. (Üst Kattaki Terörist)
  • Kuşku ve endişeyle süzdük birbirimizi, telepati dışındaki bütün iletişim kanalları tıkanmış iki adamın, şaşkın ve çaresiz bakışları işte. (Alçakgönüllü Arzular)
  • Vaktinde biri ülkemizdeki bütün kızları çok pis korkutmuş, hiçbirinde gerçeği söyleyecek cesaret bırakmamış. (Alçakgönüllü Arzular)
  • Ne yazpıyoruz bu gezegende diye düşündüm, bütün bu saçmalıklar ve bütün bu acılar neden. (Alçakgönüllü Arzular)
  • Herkeste aynı tutku var, birbirinin zihninde en karizmatik haliyle yer etmek. (Alçakgönüllü Arzular)
  • Kamyoneti şık bir patinajla seri kaldırdım, köşeyi dönerken üç yaşlarındaki bir çocuğu eziyordum az daha. Annesi balkondan çığlık attı. Bu çocukları da yapıyorlar yapıyorlar sokağa bırakıyorlar, anlamıyorum. (Kimi Sevsem Çıkmazı)
  • ve tabii ki bu 

Kaçsam Bırakıp

"Kaçsam bırakıp senden uzak yollara gitsem"

Kaçamıyorum ki. Hey, millet, duyuyor musunuz? Kaçamıyorum ki. Hayat bana tepeden şöyle bir baktı ve kafama öyle bir geçirdi ki bir metre yere girdim. Ama Allah için itiraf etmem lazım ki öncesinde sordu, rızan var mı, ha vurdum ha vuracağım dedi. Demedi değil. Dedim ki vur. Ama size yemin olsun böyle olacağını hiç bilmiyordum. Feleğim şaştı. Ben sanıyordum ki yerin bir metre derininden zamanla çıkacağım santim santim. Yani tek işim o olacak sanıyordum. Abbaaooov (içimdeki İsmail Abi'ye dur diyemiyorum)!!! Ha, santim santim çıkmıyor muyum? Çıkıyorum. Eee? Eeesi yerin içi, dışı gibi değilmiş. Bir şeyler bulaştırdı bana. Magmaya yaklaştım ya, hep ondan, yoksa bu ısı artışının başka bir açıklaması olamaz herhalde. Olabilir de. Kim bilir?

"Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem"

Hayatımın en mutlu anında bile dinlesem efkar bulutlarını üzerime yorgan gibi çekerdim ben bu İncesaz eseriyle. Adamlar ince oynamış. Ben mesela bu satırı yazan kişi olmak istemezdim. Olmadım da zaten. Mehveş Hanım olmuş. Sonra da ölmüş, 1976'da. Görüyorsunuz ya, bunu yazan kişi ölür zaten. Halbuki ben yaşamak istiyorum. Yaşamak istiyorum, evet, bu kadar basit. Hani basitçe varolmak, nefes alıp vermek değil de yaşamak. Hakkını vermek. Mükemmel hatalar yapmak istiyorum. Peki, ne yapıyorum? Bekliyorum. Böyle saçma bir şey olamaz. Histerik bir şekilde gülüyorum ve Ahmet Hamdi'nin ellerinden öpüyorum; çünkü 'zamanla geçen tek şey zamandır'.

"Derdinle ufuklarda sönen gün gibi bitsem"

İş buraya geldiğinde mesela lan diyorum, ağzıma sürmedim ama şu anda bir yerde günün batışını izleyip sigara içmek vardı. Elime de hiç yakışmazdı da neyse, konumuz o değil. Konumuz ne? 'Bir taşın sosyal hayatı.' Bunu duyduğumda deliler gibi gülmüştüm. Çok zor zamanlardı ve yeni bir şehre, yeni bir ortama, ilk kez evden uzak olmaya alışmaya çalışıyordum. Sürekli bir sıkıntı ve keder halindeydim. Ne iyi gelmişti gülmek. Sonra su gibi akıp geçen bir dört yıl, ondan sonra yine çok hızlı akan iki buçuk sene daha ve şimdi tüm bu hızlı geçen zamanı telafi etmek istercesine duvarda bana bakıp kıs kıs gülen o saat. Hadi bakalım. Neyse ki iki gece önce saatler ileri alındı da bir saat kârdayım. Milli piyangodan büyük ikramiye çıksa böyle sevinmezdim. Kaldı ki milli piyangoyla da zerre işim olmaz. Kıyaslayacak başka bir şey bulamadım.

"Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem"

E, ama insan olana bu kadarı da fazla değil mi canım Dilek Türkan? Neden o ses öyle? Neden bu kadar güzel söylüyorsun? Neden tanımadığın insanların sağlığıyla oynuyorsun? Bak, burada şu an saat gecenin on iki buçuğu ve ben 2015 yılının Mart ayı bitsin diye kendimi yiyorum. Çünkü daha sırada kafayı yiyeceğim nice aylar var. Öyle kolay kolay, ye ye bitecek bir kafa da değil benimkisi. Ne bulduysam doldurmuştum bugüne kadar. Kafa da kafaymış hani. Bana mısın demedi.

"..."

Benim yazabildiğim de işte bu son satır. Üç nokta koyabiliyorum ancak. Oysa her şey çok net. Benim elimde olmadan, seçim hakkım olmadan başıma gelenlere verdiğim tepkiler. Hayatın bir sırrı ya da anlamı var mı? Olmak zorunda mı? Bilmiyorum. Ama işte bu benim başıma gelenler ve gerçekten mükemmel zamanlamaları... İnsanı şair eder ama ben olamadım. Okumasını sevdim şiirin hep. Bunları yazmak için ya ermek lazım ya da delirmek dediğim onca şiirden sonra hele, hiç. Düzyazı daha bana göreydi, düz adamım ben. Hahaa, dümdüz bir adam olmak için bunca çaba. Bir hayalim var. Hedefim diyecemeyeceğim kadar güzel bir hayal. Düşündükçe içim ısınıyor. O bana yeter.

Umarım bu yazdıklarımdan hiçbir şey anlamamışsınızdır.

 

30 Mart 2015 Pazartesi

Barış Bıçakçı - Herkes Herkesle Dostmuş Gibi...

Bu aralar o kadar bir işe kendimi veremez haldeyim ki nerede çabuk bitirebilirim diye düşündüğüm kitap görsem yıllardır görmediğim bir sevdiğimle karşılaşmış gibi sarılıyorum. Bu kitaba da bu hissiyatla başladım ve bitirdim. 112 sayfa ve tek seferde bitti.

Tek oturuşta bitirmesi daha doğru bir kitap diye düşünüyorum, hani ille de ben öyle okudum diye değil; kurgusundan dolayı. Birdman'i izlediniz mi mesela? Hah işte, onun özel çekim tekniği gibi bir kitap Herkes Herkesle Dostmuş Gibi... Bankada kuyrukta bir askeri görevlinin kafasından geçen düşüncelerle başladığımız kitapta belli ortak kelimeler ve düşüncelerle karakterler arasında Ankara'yı dolaşıyoruz.

Böyle söyleyince pek anlaşılmamış olabilir. Zaten alışana kadar pek ısınamadım kitaba; ancak sonra bir açıldım, pir açıldım. Ve bitti. Öyle işte. Kitabın sonuna kadar hep dışarıdan izlerken karakterleri (üçüncü karakter gözünden) kitabın sonunda birinci ağıza geliyoruz ve kitabın sonu öyle güzel bir yere bağlanıyor ki vay arkadaş diyorsunuz. Nereden biliyorum? Çünkü ben dedim.

Bu arada internette bakınırken gördüğüm kadarıyla herkes özellikle Ender ve Çetin karakterlerini burada gördüklerine ne kadar sevindiklerini belirtmiş. Sonradan öğrendim ki yazarın sonraki kitaplarından Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in ana karakterleriymiş onlar. E, o zaman ne demeye bu kitapta gördüğünüze seviniyorsunuz ya da şaşırıyorsunuz? Tam tersi olması gerekmez mi onun? (Herkes Herkesle Dostmuş Gibi, Barış Bıçakçı'nın ilk kitabı bu arada. Parantezleri çok severim. Nabersiniz?) Gerekmeyebilir, zira bu aralar benim kafam biraz renksiz çalışıyor. Karıncalı yayın gibiyim. Sanki beni suya götürmüşler de ben hiç susamamışım gibi. Yok ya, ben benzetme yapamıyorum. En iyisi hiç bulaşmamak. O cümleyi de silmiyorum. Bu yaşa geldim, hala saçma sapan şebeklikler peşindeyim. İbret alırım belki ileride. Zor ama...

Kitaba başlarda çok ısınamadığımı söylemiştim. Bunun sebeplerinden birisi düzyazı ama şiir gibi bir havası olmasıydı cümlelerin. Tekletiyordu beni okurken. Bu adamın işi şiir yazmak yahu, neden böyle yapmış ki demedim değil açıkçası. Ha, bir de aklıma geldi şimdi de kitabın sonunun biraz Yüzyıllık Yalnızlık'ın sonuna benzer bir havası var. Yani aslında alakaları yok ama nedense o geldi aklıma kitabı bitirdiğimde. Niye böyle oldu ben de anlamadım.

Son olarak kitabın ismini beğendiğimi de şurada minik bir ağaçmışımcasına belirteyim. Teknik olarak böyle bir kelime doğru mu acaba: ağaç-mış-ım-ca-s-ı-na? Hımm, hepsi de çekim eki oldu. Olur olur. :) Kitabın ismi diyordum, çok güzel. Özellikle sondaki gibi kelimesi ayrı bir hava ve çarpıcılık katmış.

Velhasılı kelam, özellikle bir ilk kitap için kesinlikle şans verilmesi gereken bir eser olmuş Herkes Herkesle Dostmuş Gibi... Kendimizi Ankara'nın güzel insanlarıyla dost 'gibi' hissediyoruz bir süre. Okuyun bence. Ne kaybedersiniz?

Hadi biraz da alıntı yapalım:

  • Çünkü zamanla her şeyi sever insan, çünkü bir gün öleceğini anlar.
  • Kahraman olmaktan başka yolu yok Hasan'ın. Başka türlü bu dünyayla baş etmesi zor. Çocukluğunda ve ilk gençliğinde açılan yaraları başka türlü kapatamaz. Kendisiyle alay edemez. Kahramanlık konusunda çok şey biliyor.
  • Herkes, dünyadaki herkes, böyle eleştirir, rahatsız eder birini. Herkes yapar bunu. O da yapmıştı.
  • Sinirli sinirli güldü, aynı zamanda böyle boştu işte sözcükler. Boş. Tıpkı atomlar gibi sözcüklerin de içi boş. Bu yüzden hafifler ve hızlı hareket ediyorlar. Çabucak yayılıyorlar.
  • Buralar hatıralarla doluydu. İnsan böyle şeylere nasıl dayanır? Yılların geçip gitmesine ve her şeyin belleğin bir oyunuymuş gibi bir belirsizliğin içine batmış olmasına... Bu ben miyim? Peki o ben miyim? Bütün bunları yaşayan. Hayır seyreden. Kara ver, yaşayan mı, seyreden mi? Yaşayan değilmiş gibi. Geçmişte başka biri, ama şimdi ben. Geçmiş olunca başka biri.
  • Bir halt var sanki geçmişte. Düşünme geçmişi, zaten bunun için kısa geliyor insana ömür, düşündüğü için.
  • Bu aklına gelince ve bununla birlikte geçmiş de aklına gelince ve çok süratli gelince, gözleri doldu. Çünkü bir şeyin düşünce olabilmesi için makul bir sürenin geçmesi lazım. Aniden akla geliveren ve düşünceye dönüşmek için kafi zamanı bulamayan şeyler, basınç değişikliğinin tesiriyle (bizim problemimizde basınç aniden düşüyor, sıcaklık ise sabit) ne olur, sıvı hale geçer ve gözyaşı olarak akar bunu herkes bilsin. Bu böyledir. Gözlerini sil.
  • Evde otururken aklım hep telefonda oluyor: Çalarsa elim ıslak, açmaya giderken sehpaya çarpmayayım, banyodayken ya duyamazsam, diye düşünüp duruyorum. Sonra telefon çaldığında, öyle çok beklemiş oluyorum ki çalmasını, öyle çok düşünmüş oluyorum ki, hiç aşina gelmiyor o ses bana. Bir süre anlamaya çalışıyorum olan biteni. Sağa sola bakıyorum. Aaaa, diyorum, bir sesmiş bu! Telefon çalıyor. Kalkıp açıyorum. Ellerim kuru, sehpaya da çarpmıyorum. Arayan büyük oğlum. Torunumun sınavı kazandığını söylüyor. Seviniyorum muhakkak. Ama beklediğim bu değil ve neyi beklediğimi vallahi ben de bilmiyorum.
  • İnsanların çok iyi bildiği bir şey: Ölmek. Her gün yapıyorlar bunu. Geride kalanlar ölenleri gömüyor. Her gün yapıyorlar bunu.
  • "Keşke tıp okusaydım." O zaman aşka inanmazdı. Kalp vücuda kan pompalar, kalbin karıncıkları, kulakçıkları vardır, bir sorun çıkarsa göğüs kafesi açılır ve kalp dışarı çıkarılır, bir doktor onu elinde tutar, bacaktan aldıkları bir damarı taktıktan sonra kalbi yerine koyarlar. "Bir hafta hiç hareket etmeden sırtüstü yatacaksınız." Çağla da taksiye binip arkadaşının doğum günü partisine gidecek...
  • Böyledir bu işler, insanların birbirleriyle ilişkileri! Bir sözlük oluşturursun ve konuşurken o sözlüğe bakarak konuşursun. "Sana fena halde aşığım Çağla!" Eveet, şimdi bakalım bunu nasıl söyleyebiliriz... İşte burada: "Benim için değerlisin Çağla."
  • Böyle şeyler köyde o kadar olağandır ki! Orada herkes doğuştan bir ölü yıkayıcıdır. Köylüler doğar yaşar ve ölür, şehirliler ise doğuyorlar, yaşıyorlar ve ölümden korkuyorlar.
  • Yalnızlık mı? Bin bir türlü insanın canını dişine takarak yaşayabildiği bir şehirde, anne babamız yaşında insanların dilendiği, çocukların tiner kokladığı bir şehirde, yalnızlık değil öfke duyulur ancak.
  • Benim tam bir erkek gibi davranmamı istiyor. O duvara yaslanmış duruyor olacak, ben de elimi başının hemen yanından duvara dayayacağım, ne haber bebek diyeceğim. Böyle biri olmamı istiyor. Erkek olamayacak kadar mutsuzum ben.
  • Nur Abla geliyor. Sarılıyor. Terinin kokusunu duyuyorum. "Güzelim benim." diyor, "Bahtsız yavrucak." Ya niye söylüyor bunu! Niye? Ağlıyorum işte. Ağlatıyor beni. Ağlıyorum. Ağlıyorum.
  • O bütün bunları yaşamış, unutmuş, sonra yine yaşamış ve yine unutmuştu, çünkü esas olan budur. İnsan bu yaşa kadar ancak unutarak yaşayabilir.

23 Mart 2015 Pazartesi

Murat Menteş - Korkma Ben Varım

Hızlı mı hızlı, su gibi akıp giden, kapağı olsun adı olsun çok hoş bir kitap ile karşınızdayım: Korkma Ben Varım.

Dublorün Dilemması'nı üniversitedeyken okumuştum. Korkma Ben Varım çok daha güzel bir kitap olmuş şahsi kanaatimce. Yine her zamanki gibi acayip, ama gerçekten acayip karakter ve mekan isimleri, dehşetengiz cümleler, ara sıra tokat gibi yapıştıran kısımlar barındırıyor. Tuhaf bir şekilde kitabın ana karakteri yok, yani bana sorarsanız yok. Yazık oldu dediğim karakterler var, çok sevdiğim profiller var, her şeyin bir şekilde birbiriyle bağlantılı olması zaten harikulade.

Kitabın içinde Dublorün Dilemması'na ve Alper Canıgüz'e (Gizliajans) atıflar da cabası. Afili Filintalar kendilerini pek bir tutuyorlar canım. Ya da tutuyorlarmış, şu anki hallerini bilmiyorum. Kitabı da kardeşimin kitapları arasından seçtim aldım zaten. Pişman değilim, çok güzel bir eser.

Murat Menteş güzel yazıyor. Çok birikimli bir yazar. Yani şu kitabın içinde bir şekilde kıyısından köşesinden anılan kaç tane eser, kişi ve olay var sayamadım. Evrenin Sonundaki Restoran'ın bile adı geçiyor kitapta, daha ne olsun? Ayrıca Milan Kundura diye ayakkabıcı mı olur ya? Hahahaa...

Şimdi bana deseniz ki bana tek bir sebep göster de okuyayım: Müntekim Gıcırbey'in Şebnem Şibumi'ye olan mektupları için okuyun derim. Meraklandınız mı? Güzel.

Aslında şöyle üç beş ay önce olsa çok eğlenceli bir yazı yazabilirdim ama bugünlerde içimden gelmiyor. Hiç havamda değilim. Umarım seneler sonra bu satırları okurken kimsenin anlamayacağı gizemli bir tebessüm belirir yüzümde. Gelecek nasıl gelecek? Sizi de kendi seviyeme düşürmeden bir sürü alıntı paylaşmak istiyorum. Ara sıra ben de bakarım hem. Hoşça kalın.

  • Aşk insanın sadece psikolojisini ve kimyasını değil; tarihini, müziğini, coğrafyasını, edebiyatını, fiziğini, beslenme çantasının içindekileri, hayat bilgisini de değiştiriyor.
  • Plaj terliği gibi bir dil gerektiren Hint aksanıyla [...]
  • Hırçın bir hortlak hırıltısıyla "Keppe gegeni!" Hoppala, bu Öztürk Serengil [1930-1999] şivesi de neyin nesi?
  • "Nasıl ölmek istersin?" [...]
    "Yaşlanarak."
  • Bazen, Müntekim Gıcırbey'le aramızda dörtyüz ışık yılı olduğunu düşünürdüm... Bu da onu iyi bir dert ortağı yapıyordu.
  • Aşk, imkansızlaşınca daha da şiddetleniyor.
  • Yağmurda ıslanmamı engelleyen birtakım haplar alıyordum.
  • "Bekar bir adam asla pişirmesi yemesinden uzun süren bir yemek hazırlamaz"
  • "Kravatın çok güzelmiş?"
    "Sadece bir kravat işte."
    "Aynısından bende de var, Roma'dan almıştım."
    "Ben de Fellini'nin 8,5 filminde Marcello Mastroianni'nin boynunda görmüştüm..."
    "Ciddi misin?"
    "Evet, ama film siyah-beyazdı."
    (Bahsi geçen sarı puanlı, siyah bir kravat aslında burada)
  • Aşk yalnızca sağlam vücutlu ve tok karınlıların mı tekelinde? Yalvarırım "Hayır" deyin!..
  • Bildiğim bir şey varsa, bir erkek, babasıyla nasıl konuşacağını ölünceye kadar öğrenemez. Hangisi ölünceye kadar? İşte onu bilmiyorum. Henüz.
  • Başkalarının felaketinde eğlence, kendi mahvımızda avuntu buluyoruz.
  • [...] insan bilmediği konuda doğru soru soramaz.
  • [...]
    "Fakat ne doktor?"
    "Onyedi senedir komadaydınız."
    Birden bütün yük kalbime indi. Onyedi sene mi?! Karım yaşıyor muydu? Kızım ne haldeydi? Torunlarım var mıydı; ben uyurken mi büyümüşlerdi? Dünya Kupası'nı almış mıydık? Ülkemizin bölünmez bütünlüğü korunuyor muydu? Hangi parti iktidardaydı? Otomobiller uçmaya başlamış mıydı? Herkes yokluğuma iyiden iyiye alışmış olmalıydı? Bu yaştan sonra ne halt edecektim?!..
  • Kendimizi emanet edeceğimiz kişiyi bulana kadar canımız çıkmasa.
  • Dünyada sahtelik kadar gelişim gösteren başka bir şey yok.
  • İnsanlar, yakınlaşmanın yolunu kendilerine acındırmakta ya da muhataplarının kafasında demirle vurmakta arıyorlar çoğu zaman.
  • Bazı şeylerin anlamı ortaya çıktığında, o şeylerin kendileri çoktan yitmiş oluyor Şebnem. Biz aslında kaybettiklerimiziz.
  • Şövalye olsaydım, senin şehrine hücum etseydim, dudaklarını görünce kılıcımı düşürür, atımdan düşerdim. Hiçbir zaferin erişemeyeceği tatta bir yenilgi olurdu...
  • Yalnızlık deliliğin hammaddesidir.
  • Yine de insan istiyor ki, bir kişiyle olsun bu 'kalpteki sır' daha doğrusu 'kalbin sırrı' konusunda anlaşabilsin. Birisi "Evet" desin, "seni anlıyorum. Aynı dert bende de var."
  • Fikirler, düşüncelerden doğmaz. Bilginin asıl fonksiyonu, duygularımızı değiştirmesidir. Zihniyet, hissiyata tâbidir.
  • Çocukların güzelliği neşe, kadınların güzelliği acı verir.
  • "Eminim bir gün sen de hayatının kadınına rastlayacaksın evlat... Ve ona şöyle diyeceksin: 'Ben evli bir adamım.'"
  • Şebnem'e hakikati anlatırım. O, her şeyin mantıklı bir açıklaması olmadığını bilecek kadar akıllı.
  • Dinle, her evli çiftte bir acı çeken, bir de canı sıkılan vardır...
  • Çok sevmek, sonsuza dek kavuşamamak için en ideal yöntemdir!
  • Aptallığın hemen hiç masrafı yok. Kendimden biliyorum. Akıllanmaksa ateş pahası.
  • Geleceğe bakıyorum ve ertesi günü bile göremiyorum.
  • Limanlar eski ya da yeni tüm gemiler için en güvenli yerlerdir. Fakat hiçbir gemi, limanda demirlemek için yapılmamıştır.
  • İnsanlar birbirlerinin dertlerini kusur sayıyor.
  • Delilik artık düşünmek, soru sormak ve en korkuncu itiraz etmektir.
  • Fanilik de, sonsuzluk da insana ağır gelir. Katlanılabilir ıstıraplar peşinde koşmamız bundandır.
  • Beklemek, cehennemdeki mezuniyet töreniydi.

17 Mart 2015 Salı

Oruç Aruoba - hani

Biraz felsefeyle nefes alıp vermeye devam. Bu kez aşka, daha doğrusu o'na dair birkaç kelamı var Oruç Aruoba'nın. Okuduğum dördüncü eseri kendisinin ve şu ana değin en beğendiğim eseri oldu diyebilirim. Neden?

Bir kere ettiği laflar hafif değil. Hepsi gerçekten üzerinde düşünülesi ifadeler. Adam kıvranmış adeta. Yani bunları yazabilmek için bazı şeyler yaşamalı insan, değil mi? Yoksa bunlar kolay kolay herkesin bu kadar düzgün cümlelere dökebileceği düşünceler değil. Yazının sonunda birkaç alıntı yapacağım ama zaten elinize aldığınızda bir solukta bitecek bir eser, okuyun isterim baştan sona.

Kitabın içeriği o'nun hakkında dedik, temelde de bize kendimizi anlatıp, kendi içimizdeki sesleri tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Sen düzgün müydün şeklinde çarpıcı eleştiriler (özeleştiriler) yapıp olduğu gibi sana gelen o'nun hakkında, daha doğrusu beraber 'biz' olabilmeniz adına dilinden geleni ardına koymuyor da diyebiliriz. Ben düzgün anlatamıyorum. Zaten daha çok insanın anlatamadıklarıyla ilgili bir kitap. Bu durumda ben en iyisi sizi alıntılarla baş başa bırakayım. Lafı uzatmanın manası yok. Hoşça kalın.
  • Şimdi hayallerinin gerçek de olabileceğini düşünebilirsin - bu berbat dünyada, düşlerinin gerçekte karşılığının bulunabileceğini...
    Çünkü, var, artık, o-
  • En iç, en içten, en içteki sesine bile aykırı düşebilir mi kişi?-
    Düşer...
  • Kendin olmayı yeniden öğrenmen gerek - yıllar yılı unuttun onu yalnızca: Bunu da "koşullar"a, "hayatın akışı"na, "sorumlulukların"a falan bağlamaya kalkışma - bahane bulmağa çalışma: Sendin, sendeki asıl senin anlamını, önemini, değerini gözardı eden : korkaklıkla işin kolayına kaçan...
    O işte şimdi hesabını soruyor o sahici senin, senden : ne yaptın sen sana?!...
  • Yaşamının anlamı senin ile birlikte varolmak istiyor -
    -Koru onu.
  • Oysa - ta o zaman; onu o ilk gördüğün ama kavrayamadığın zaman (-birden gözüne çarptığı ama anlaşılamadığı zaman - sen anlayacak; o da, belki, anlaşılacak durumda, değildiniz...), anlayabilseydin(iz) : ne  olağanüstü, ne muhteşem, ne harika birşey olabilirdi yaşamın - ama olamadı - - belki de (-herhalde) olamazdı : senin de, onun da, bütün geçirdiklerinizi, bütün yaşadıklarınızı geçirmeniz, yaşamanız gerekliydi...
    Ancak bugün -şimdi, böyle- olabilirdi- oldu, işte...
  • O senden ne istiyorsa, sen de ondan onu isteyeceksin - sen ondan ne istiyorsan, o da senden onu isteyecek-
    -o; sen; işte:-
  • Öyle ki, artık yazmayabilirsin de - yaşamının gerçekten anlamlı olması için yazmanı gerektirmeyecek artık, o işte:-
  • Kişinin yaşadığı gerçeklerdir, doğru; ama, gerçeklerini hep bir hayal kipinde yaşar - kişinin hayalleri gerçek değildir, doğru; ama, hayallerini hep bir yoğun gerçeklik duygusuyla yaşar - şimdi : hangisi 'gerçekten' gerçektir acaba?...
    Hayallerinde gerçekten direnen kişiye 'gerçekler' ne yapabilir ki?
 

16 Mart 2015 Pazartesi

Marcel Proust - Guermantes Tarafı (Kayıp Zamanın İzinde, #3)

Nispeten uzun bir aradan sonra nihayet yeni bir kitabı daha bitirmiş olmanın haklı boşluğunu yaşıyorum. Özellikle kalın kitapları bitirince ister istemez boşluğun hacmi de artıyor. Kaldı ki Kayıp Zamanın İzinde de seri olarak çok yavaş ilerleyen kitaplardan oluşuyor. İnsanı biraz yoruyor demek de mümkün.

Serinin bu üçüncü kitabında anlatıcımızla beraber burjuva hayatının kılcal damarlarına kadar uzanan bir yolculuğa çıkıyoruz. Yalnız, anlatım ilk kez bu kitapta bu kadar detaylandı. Hani zaten detaylıydı, bu kez sanki birazdan fazla abartılmış. Bir balo yüz elli sayfa anlatılır mı? El insaf. Sayfa sayısını attım bu arada ama gerçekten uzundu. Bu baloda konuşanlar da genelde şecerelerden bahsettikleri için kitabın yarısı milyon tane isimden oluşuyor. İlk iki kitapta aklıma kazınmış isimleri unuttum neredeyse. Bu yönüyle acayip detaylı ve uzun anlatımlı bir kitap Guermantes Tarafı.

Fakat bu detayları okurken şöyle bir şey de geçmedi değil aklımdan: Bizim edebiyatımızda da böyle yakın (gerçi biraz uzaktan da başlaması lazım, bu kitapta atalarının izinden çok eski yüzyıllara giden karakterler vardı çünkü) tarihimizi bütün karakterlerin isimleri ve ilişkileriyle birlikte anlatacak bir eser olsa ne güzel olurdu. (Kardeşim belki vardır diyor ama araştırmaya üşendiği için kaale almıyorum)

Çeviri ve çevirmenin notları konusunda her zamanki saygı duruşumuzu da yapalım ve Roza Hakmen'in ellerinden öpelim. Ben okurken yoruluyorum. Kendisi gerçekten büyük insanmış. Vay arkadaş...

Kitap, dönemin sosyete hayatını, insanlar arasındaki ilişkileri temele alıp çok detaylı bir anlatım sunduğu için yukarıda da dediğim gibi yer yer sıkıldığım zamanlar oldu. Ancak benim asıl bahsetmek istediğim konu şu ki sosyete hayatı olsun ya da olmasın, o dönemde (sadece Fransa'da mı bilmiyorum) insanlar sanki kendileri değiller. Yani nasıl desem, herkes birbirinin yüzüne gülmekle o kadar meşgul ki kimse kendisi olamıyor. Ben mesela o toplantılardan birisinde kendimi hayal ediyorum. Gider piyanistin yanına otururum, usta helal olsun derim gibime geliyor. Sonra içimden geçeni de yirmi sayfa kendimi kasmadan sorarım yani şu bilmem nere prensesinin kızının bi çıktığı, görüştüğü falan var mı diye. O dönem insanların kanserden ölüm oranı epey yüksek olsa gerek. Çekilir dert değilmiş sosyete olmak. Şu anda kendimi şu sahneyi izler gibi hissediyorum:


Okurken en etkilendiğim kısım ise anlatıcımızın babaannesinin ölümü ile ilgili olan yaklaşık otuz sayfalık kısımdı. Burası gerçekten kitap içinde kitap gibi olmuş, değişik olmuş, etkileyici olmuş, kabul edelim ağır olmuş.

Tabii ki kitabın altı çizili bir sürü yeri var. Lakin takdir edersiniz ki onları Marcel Proust bir kere yazmış, bir de burada ben yazmayayım. Sadece bir tanesinin fotoğrafını paylaşayım ve huzurlarınızdan çekileyim. Anlaşalım. Burdan bütün Mlle, Mme ve M. de İnsancıklar'a selam ederim. Hoşça kalın.