17 Şubat 2014 Pazartesi

Carlos Fuentes - Cam Sınır

Artemioz Cruz'un Ölümü'nün hemen ardından güzel bir Fuentes kitabı daha... Al işte, yine aynı şey oldu. Duyan da Artemio Cruz'u gömüp gelmişim sanacak. Türkçe çok ilginç bir dil, valla.

Cam Sınır bir öykü kitabı, içinde dokuz farklı öykü var. Normalde bu tür kitaplarda öykülerin birbirinden bağımsız olmasına alışkınım. Fakat Fuentes aşmış kurgu yeteneğiyle tüm öyküleri tuhaf ve çok ince bağlarla birbirine bağlamış. Yani normalde hepsini tek tek okumak ve anlamak gayet mümkünken hepsini beraber okuyunca alınan tat daha bir başka oluyor.

Öykülerden üçünü özellikle beğendim: Unutma Çizgisi, Cam Sınır ve Bahis. Son öykü olan Rio Grande, Rio Bravo ise başlı başına bir kitap olabilecek güzellikte bir kurguya ve finale sahip. Zaten kitaptaki en uzun öykü de bu. Güzelliğini anlamanız için film olarak Paramparça Aşkla ve Köpekler'e (Amores perros) benziyor desem herhalde izleyenler anlar. Ayrıca yine bu öyküdeki anlatım tekniği bana Artemio Cruz'un Ölümü'nü hatırlattı. Düz öykü metninin dışında her karakterden sonra italik harflerle yazılmış kısımlardan bahsediyorum.

Kitabın genel olarak konusuysa yine tabii ki Meksika. Meksika halkının yaşadığı sıkıntılar ve talihsizliklerle örülü. Meksika'nın hemen yanıbaşındaki Amerika'nın bir fırsatlar ülkesi algısından ziyade Meksika tarafından bakıldığı zamanki karanlık yüzünü anlatıyor. İşte burası önemli. Amerika ve Meksika arasındaki ilişkileri Meksikalı birisi tarafından dinlemek önemli; çünkü medya denen kavram bize hep güçlünün bakışıyla anlatıyor gerçekleri. Tamam, bu bir öykü kitabı ama öykü olması burada anlatılanların gerçek olamayacağı anlamına gelmiyor. Amerika bildiğin karabasan bu kitapta yani. Ona göre okuyup okumama konusunda bir tercih yapabilirsiniz.

Öykülerin konularından daha fazla bahsetmeyeceğim. Kitabın içeriğiyle ilgili daha derli toplu yazılmış bir değerlendirme burada var. Okuyun bence. Az ve öz yazmış zaten Seda her zamanki gibi. Üşenip de linke tıklamayanlar için bir daha paylaşıyorum: burada! Tıklayın lan! Evet.

Şimdi bahsetmek istediğim bir diğer meseleye gelebilirim. Ben dillere ilgi duyan birisi olduğumdan mıdır nedir, bu kitabı okurken özellikle dikkatimi çeken bir şey oldu. Fuentes, kitap boyunca Meksikalı olmayanlardan gringo'lar diye bahsediyor. Yani günlük hayattaki gerçek laflarla konuşuyor. Amerikalı demiyor mesela, gringo diyor. Yani kim olduğunuz önemli değil, Meksikalı değilsiniz ve bizi anlamıyorsunuz demek istiyor sanki biraz. Bu da önemli bir tepki bence.

Aynı şekilde kitapta çevrilmemiş olan İngilizce cümleler ve kelimeler sıkça yer alıyor. Burada kitabı İspanyolca orijinalinden çeviren çevirmenimiz Yıldız Ersoy Canpolat'a teşekkür ediyorum. Fuentes o satırları İngilizce yazmış ve anlamları hakkında not düşmemiş, bu tepkiyi anlayabilmek adına bizdeki baskılarda da çevrilmemeleri gayet önemli. Yoksa bilemeyebilirdim bile. Peki, bu neden bu kadar önemli?

Çünkü canım öyle istiyor. Değil tabii. Kitaptaki olayların hatırı sayılır bir kısmının Meksika-Amerika sınırını geçmek ve Amerika'ya geçince İngilizce konuşup konuşamamak olduğunu söylemem lazım. Hatta bir karakter vardı, adını unuttum şimdi. Oldukça geçmiş bir tarihte Amerika'ya gelmiş ve İspanyolcayı unutmuş. Ama tuhaf bir şekilde İngilizceyi de pek bilmiyormuş. Artık kimseyle iletişim kuramaz olmuştu diyordu Fuentes kitapta. Yani bu sizi düşündürmezse kitap okurken daha ne düşündürür bilmiyorum.

Bu dil konusu da dayatmaları ve baskıyı anlatmak adına yapılmış süper bir tercih bence. Fuentes'in diğer kitaplarını da okumak istediğimden son derece eminim artık. Bu arada söylemeden edemeyeceğim, kitaplarında biraz 'çeken bilir' havası var Fuentes'in. Sıkıntılar, ezilmişlikler, sonradan görmeler, iki  yüzlüler... Yani karakterleri arasında boş yok. Hepsini alıp bir kitaba baş karakter yapabilirmiş istese. Edebi olarak acayip bir zenginlik bu. Vay anasını...

Neyse, daha uzatmayayım. Güzel bir kitap Cam Sınır. Tamam, Artemio Cruz'un Ölümü bence de daha güzel ama yine de nedense Türkiye'de çok bilinen ya da okunan bir kitap değil. Daha fazla kişiye ulaşsa keşke. Belki zamanla o da olur. Blogda düzgün yazmaya başladım başlayalı Türkiye'de aslında çok deli manyak kitap okuyan süper bir azınlığın olduğunu gördüm. Kısa zamanda keşfedeceklerdir bence. Şimi bir yerlerde birileri de benim bilmediğim bir kitap için aynısını diyor olabilir, o yüzden ağır konuş(a)mayacağım. :)

Uzatmayayım dedikten sonra birkaç paragraf daha yazdığım görülmemiş iş değil. Bir nevi telefon kapatma olayı bu da benim için ya da misafirlikten kalkarken kapıdan çıkma seremonisi. Başlı başına birer iş yani bunlar da. Düzgün yapan tanıdığım olmadı gibi bir şey. Ben de yapamıyorum gördüğünüz gibi.

O zaman ne yapıyorum? Alelacele bitiriyorum. Hadi kendinize iyi bakın. Görüşürük.

NOT: Kış Okuma Etkinliği, okumayı öğrendiğiniz yıl ilk baskısı yapılan kitap kategorisi, 30 puan.

15 Şubat 2014 Cumartesi

Milan Kundera - Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (Kitap + Film)

Nihayet okumuş olmanın dayanılmaz hafifliği...

Yıllardır, ben diyeyim liseden, siz deyin kundaktan beri (abartmayın hemen, az yavaş!) okumayı istediğim bir kitaptı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği. Ama kitabın ne anlattığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Sadece ismi çekici geliyordu bana. Evet, sırf ismi yüzünden okumak istediğim bir kitaptı zamanında, itiraf ediyorum.

İlerleyen yıllarda, ben diyeyim üniversitede (tamam tamam, sakin), ehem... Gel zaman git zaman, vaktin birinde Milan Kundera'nın erkek olduğunu öğrenmem de tam bir şok etkisi yaratmıştı bende. Açıkçası niye öyle olduğunu da bilmiyorum. Sanki dilbilim uzmanı ya da isimler sözlüğü yazarıyım. Ama işte şaşırdım yine de. Zaten Harper Lee'nin kadın olduğunu da daha geçenlerde öğrendim. Bir de Emile Zola var ama rica ediyorum o konuya şimdi hiç girmeyelim.

Arkadaş, yazının başlığına kitabın ismini verdim, kitaptan bahsedemeden bitireceğim bu gidişle. Bakalım ne anlatıyormuş Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği.

1960-1970 yıllarında temel olarak Prag'da geçen ve politik bir arkaplana sahip bir eser, en başta bunu belirtmek lazım. Yani komünist yönetim zamanlarını ve Sovyet müdahalesinin sonrasını genel olarak zemin seçmiş kendine. Bu arkaplanın önündeyse temelde iki ana karakter ve genelde de bana göre beş tane karakterle gidiyor kitap. Bu beş (ve çoğunlukla tabii ki ilk iki) karakter üzerinden resmen birbirine zıt kutupların ilişkileri konusunda çığır açıcı tespitler yapıyor.

En özet haliyle erkek olanı aşk ve cinselliği birbirinden ayrı tutan, yaklaşık olarak da Avogadro Sayısı kadar kadınla ilişkiye giren ya da girmiş olan birisiyken kadın olanı da tam tersine tek eşlilik yanlısı, sessiz sakin, elişi dokuyan (oha, evet, abarttım sanki biraz) birisi. Resmen ilköğretim özeti çıkardım, vay arkadaş. Biraz ilk paragraftan, biraz da son paragraftan derken... :)

Hani bu tipler hayatta anlaşamaz diyeceğimiz ilişkilere öyle bir açıdan bakıyor ki Kundera, hıııı tabii öyle şeedince muhakkak olur yani falan diyoruz. Benim anlatamayışıma bakmayın, Kundera çok güzel anlatıyor oraları.

Ana karakterlerimiz Tomas ve Tereza, diğer üç karakterimiz de Sabina, Franz ve Karenin. Benim favori karakterimin Karenin olduğunu belirtmem lazım ki kendisi bir adet en yüce duygunun canlısı olan köpek olur. Kitabın sonuna doğru olan bölümlerden birisinde Milan Kundera, Karenin üzerinden bize hayvan sevgisi aşılıyor resmen. Muazzam bir bölüm orası. Şu kitap sırf o bölüm için okunur ve şu an abartmıyorum.

Diğer karakterler üzerine yorum yapmayacağım pek. Yukarda birbirine zıt karakterler demiştim baş karakterlerimiz hakkında. Zaten isterseniz bir sürü yerde kişilik olarak farklılıklarını okuyup öğrenebilirsiniz ama gerek yok. Kitabı okuyup öğrenmek varken hiç gerek yok. Hayır yani, saçma değil mi? Öğrenmek için okuyacaksınız, e oturun kitabı okuyun o zaman. (Benim var ya, araştırsam kesin Einstein'la bi akrabalığım falan vardır.)

Bu arada kitapta geçen iki tane Almanca deyiş var: 'Es muss sein (olmak zorunda, ing: it must be)' ve 'Einmal ist keinmal'. Özellikle bu ikincisini anlamamda bana yardımcı olan Deniz'e de buradan teşekkürlerimi sunuyorum. Hani olur da burayı okursan Deniz, bak sayende millete hava atabiliyorum. :) Ha, unutmadan, en temelde 'bi kereden bi şey olmaz' anlamı var bu ikinci deyimde ya da bir kereyse görmezden gelinebilir de diyebiliriz.

Sonra kitabın en meşhur kavramı olan kitsch var ama açıkçası onu düzgün anlatabilecek kadar iyi anladığımı düşünmüyorum. Ekşi Sözlük'teki kitsch başlığında güzel örnekler var, isteyen oraya bakabilir.

Yazıyı da uzattıkça uzattım yine ama filminden de bahsetmek istiyorum biraz.

1988 yapımı; oyuncular; Daniel Day-Lewis (Tomas), Juliette Binoche (Tereza), Lena Olin (Sabina) ve Derek de Lint (Franz); yönetmenimiz de Philip Kaufman. Benim doğduğum yılda adamlar neler neler yapmış, hey gidi.

Öncelikle filmi izlemeye ilk zamanlar üşendim; çünkü üç saat. Onun için hafta sonunu bekledim ve ancak izleyebildim. Ayrıca filmin ilk bir saati sıkıldım açıkçası. Ama ne zaman ki Rusların Çekoslovakya'ya giriş sahneleri başladı, işte o zaman koltuğa iyice bi gömüldüm. Çoğu belgesel çekimi olan sahneleri nasıl becermişler bilmiyorum ama başrol oyuncularımızı da arada hiç sırıtmayacak şekilde oynatarak çekmişler (yoksa kullanmışları mı demeliydim). O sahnelerin siyah beyaz oluşu olsun, filtreleri olsun, belgesel ve dehşet havası olsun hakikaten çok başarılı.

Bu sahnelerden sonra tabii kitaptaki gidişata göre benim yine nispeten sıkıldığım zamanlar oldu. Fakat öyle sanıyorum ki benim sıkılmam, bir an önce sonunun gelmesini istememden kaynaklandı. Kitabı okur okumaz izlememek lazımmış belki de filmini, bilemiyorum.

Bu arada sevdiğim oyunculardan Stellan Skarsgard'ı da bu filmde görmek çok hoş oldu. Adam hiç değişmiyor resmen, yüz aynı.

Oyunculuklardan bahsetmem gerekirse; bu filmin en başarılı oyuncusu Sabina rolündeki Lena Olin. Karakter kitaptan çıkıp çekimler için gerçeğe bürünmüş adeta. Birebir diyebileceğim derecede güzel oynamış bence. Daniel Day-Lewis'i neden bilmiyorum hep There Will Be Blood'daki haliyle düşündüm film süresince. İşte doğduğum zaman izleseydim böyle sıkıntılarım olmayacakmış ama akıl edememişim. Sağlık olsun. Juliette Binoche içinse ne diyeyim bilemedim. Çok güzel kadın lan... Ha, Franz'ı unuttum. Kitaptaki kadar derinleştirilmemiş ama o da çok iyiydi bence.

Aldım başımı gittim resmen. Filmin üç saatlik oluşuyla eşdeğer uzunlukta bir yazı oldu. Sizleri daha fazla hayattan bezdirmeden gideyim en iyisi. Sağlıcakla kalın efem. :)

Not: Kış Okuma Şenliği, sinemaya uyarlanmış bir kitabı okuyup filmini izleme kategorisi, 20 puan.

LAN?! Tam da şimdi fark ettim. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği hakkında yazı yazmışım ama siyah şapkadan ve öneminden hiç bahsetmemişim. Çok ayıp Mustafa, çok ayıp! Çk çk çk...

10 Şubat 2014 Pazartesi

The Stoning of Soraya M. (2008)

İki hafta kadar önce içinde izlemediğim filmleri tuttuğum hard diskimi yere düşürmek suretiyle bozdum efem. Oh oldu bana. Neden? Çünkü bende şu klasik 'güzeli sona ayırma' hastalığı var. Evet, ben de onlardanım. Gitti canım filmler, içim cız etti. Ondan sonra da nalet olsun bu aşka dedim, bir daha yapmıyorum arşiv marşiv.

Hal böyle olunca izleyeceğim filmleri daha özenle seçmeye başladım. Ama ne demiş atalarımız? Bir elin nesi var, iki elin sesi var (tıpkı birlikten kuyruk doğacağı gibi ama takdir edersiniz ki onun konumuzla alakası yok). Ayrıca akıl da akıla üstün olduğu için meczup'tan film tavsiyesi aldım birkaç tane. Hakkını vermem lazım, şu ana kadar boş yok resmen.

Şöyle bir filmin yazısına böyle saçmalayarak başladığım için korkarım ben de ufak çaplı bir taşlanmayı hak ediyorum. Gerçi sayın meczup gereken ağız payını verecektir diye umuyorum. Bu arada beni hayattan soğutmak gibi ince emelleri var olsa gerek böyle filmler önerdiğine göre. Bunların farkındayım. Bilgisi olsun.

Zevzekliği bir kenara bırakayım. The Stoning of Soraya M., sanıyorum ki Türkiye'de Soraya'yı Taşlamak adıyla vizyona girmiş zamanında. Hiç bilmiyordum kendisini meczup önerene kadar.

Freidoune Sahebjam'ın 1994 yılında çıkardığı kitaptan uyarlama bir filmden bahsediyoruz, yönetmeni Cyrus Nowrasteh. Birebir yaşanmış bir öykü izliyoruz ayrıca. Burası önemli. Aslında filmin başında yaşanmış bir öyküdür falan yazmasa da yaşanabilirliği daha doğrusu çokça yaşandığı (ne yazık ki) bilinen bir olayı onlatıyor: haksız yere recm cezasına çarptırılan bir kadın olan Soraya'nın son anlarını. (Bu satırları tekrar okuyunca fark ettim ki recm cezasını doğru buluyormuşum gibi olmuş, şahsen karşı olduğumu belirtmek isterim.)

Filmde yazar Sahebjam'ı Jim Caviezel canlandırıyor. Benim Caviezel ile ilgili bir önyargım var The Passion of the Christ'ı izledim izleyeli. Sanki onun olduğu her yapımda can yakıcı en az bir sanhe olmalıymış gibi. Ama bu kez benim dememe kalmadan filmin ikinci yarısında, tam olarak söylemem gerekirse bana göre Soraya'nın cezayı duyup odasında yalnız kaldığı anda fotoğraflara gözü iliştiği sahneden sonra, film gerçekten The Passion of The Christ gibi ilerliyor. Nasıl diyeyim, her anı uzun uzun, göstere göstere çekilmiş. Çok rahatsız edici; çünkü çok gerçek.

Bir iki sahne özellikle çarpıcı ama filmi izlemeyenler bunları duymak istemeyebilir. Onlar bu paragrafı okumasalar belki daha iyi olur. Yazıyorum bak! Birincisi, Soraya'nın hemen recm öncesinde kara çarşafını çıkarınca üzerindeki bembeyaz giysisinin göründüğü sahne; ikincisi, annesiyle hiçbir bağı kalmamış görünen erkek çocuğunun recmin ardından hıçkıra hıçkıra ağlaması, daha doğrusu ağlayan ilk çocuğun o olması. Sanki bir tane daha vardı aklımda ama unuttum ne yazık ki. Sağlık olsun.

Şimdi bu filmdeki Ali karakterini oynayan Navid Negahban'ı yolda görsem taşla peşine düşerim. Erol Taş'tan sonra en iyi kötü adam oynayan adam oldu gözümde bir anda. Sırf bu adam yüzünden sakal uzatmasam yeridir artık. Bu zihniyetteki insanların (filmdeki karakter olan demek istiyorum) hepsi bir anda yok olsa Dünya nasıl bir yer olurdu gerçekten çok merak ediyorum. Herhalde yeni kötüler üretmemiz gerekirdi. O kadar büyük bir değişimi ekosistemin bir anda kabullenebileceğine inanmıyorum çünkü.

Böyleyken böyle sayın seyirciler... Sıcağı sıcağına söylemek istediklerim bunlardı. Pek tabii ki yine atladıklarım olmuştur. Onları da meczup tamamlasın bi zahmet. :p

Hoşça kalın. (Burayı tekrar okuyunca da fark ettim ki çat diye bitirmişim yazıyı. Hep filmin etkisi bunlar. Kapanış konuşmasını yapacak beyinsel bölgem hala düzelmemiş demek ki.)

9 Şubat 2014 Pazar

Harper Lee - Bülbülü Öldürmek (To Kill a Mockingbird) (Kitap + Film)

Bu sefer bir itirafla başlayayım. Her daim entelim de entelim diye geçinen ben, okuma etkinliği kapsamında neredeyse herkes Bülbülü Öldürmek'i okuma kararı alınca 'Allah Allah, niye ben daha önce hiç duymamışım ki bunu' diye merak etmiştim. Ama daha sonra gidip de nedir, ne değildir diye pek bakınmamıştım açıkçası. Sonra ilerleyen zamanlarda bir şekilde fark ettim ki (nasıl olduğunu şimdi hatırlayamadım) Bülbülü Öldürmek aslında To Kill a Mockingbird! İşte o an sayın seyirciler, işte o an... Hem deli manyak aydınlandım hem de nalet olsun senin olmayan kültürüne de entelliğine de dedim ve kitabı bir an önce okumaya karar verdim.

Küçük bir kız çocuğunun, Scout'un dilinden okuyoruz kitabı. Çocukların dilinden yazılmış kitaplar tuhaf bir şekilde çeker beni. Bülbülü Öldürmek'e başlayınca da öyle oldu. Kitap akıp gidiyor, tek oturuşta bitirmek bile mümkün bence. Yazarın Scout dışındaki karakterlere söylettirdiği diyaloglar dışındaki her şey Scout'un ifadeleri; tüm tanımlamalar, kafa karışıklıkları, her şey işte.

Bunu özellikle belirttim; çünkü bugüne kadar kitabı bize anlatan karakterle kitapları bir tutardım hep. Bu sefer yukarıda bahsettiğim farkı hissettim ilk defa. Evet, Scout'un dilinden okuyoruz ve o bir çocuk ama diğer karakterleri konuşturan Scout değil, yazar. Böyle dümdüz söyleyince demek istediğimi ne kadar anlatabildim bilmiyorum. Ama bunu söyleme sebebimi kitabı okuyan herkes tahmin edebilir: Atticus. Scout ve Jem'in babası olan Atticus Finch. Onlarca kişisel gelişim kitabı okuyana kadar Bülbülü Öldürmek'i okumanın yeterli olacağını bize hissettiren o muhteşem baba. Hakkında yazılabilecek çok fazla şey var ve bugüne kadar hepsi yazılmıştır zaten. Ne yazık ki yeni bir şey söyleyemeyeceğim ben.

Şu anda acı ama gerçek bir itirafta daha bulunmam lazım devam edebilmek adına. Filmi izleyip de filmle ilgili yapım notlarını (trivia demek istemedim şimdi, çünkü biraz sonra yeterince diyeceğim) okuyana dek ben kitabın yazarı Harper Lee'yi erkek sanıyordum. Değilmiş. Vay arkadaş... Gerçi bunu öğrenince ve yapım notlarıyla birleştirince tüm taşlar mükemmel bir şekilde yerine oturuyor. Bu durumda Scout'u Harper Lee'nin kendisi ve Atticus'u da babası olarak almak mümkün. Mükemmel bir romandan dahiyane bir otobiyografiye dönüştü birden kitap. Aranızda 'lan bunu daha yeni mi anladın' vb. cümleler kuran varsa öncelikle tersim çok pistir, bir de kalbinizi kırdırmayın bana. Şu an hem şoktayım hem de aydınlanıyorum. Bitmedi yani aydınlanmam daha.

Üstteki itirafı ne için yaptığımı unuttum. Ha, evet; kitabın önsözünden bahsedecektim. Birkaç ay öncesine kadar elimde aldığım tüm kitapları önsözleriyle beraber okurdum, yani önce önsözü okurdum demek istiyorum. Sonra günün birinde bir tanesinin önsözünde tüm kitabın anlatıldığını fark edince (herkes böyle yapıyor tabii) önsözleri kitaptan sonra okumaya başladım. Bu gıcıklığı yapanlara sesleniyorum: Gözünüzü seveyim, önsöz demişsiniz ama mantığını anlamamışsınız. Böyle saçmalıklar yapacaksanız gidin sonsöz falan yazın yani. Okuma zevkimizin içine etmeyin. Harper Lee'yi örnek alın biraz. Kendisi ne güzel demiş daha önsözünün ilk cümlelerinde: "Bülbülü Öldürmek'te giriş bölümü yok çok şükür. Bir okur olarak giriş bölümlerinden nefret ederim." Şimdi bunu ben desem laf edecek milyon tane insan (milyonlar tarafından tanınıyorum tabii ben) Lee söyleyince onaylıyordur da. Ağzına ve eline sağlık Lee'nin, var olsun. Okuduğum en güzel önsöze sahip oldu böylece Bülbülü Öldürmek.

Çok sevdiğim kitaplar hakkında yazarken mümkün olduğunca kitabın konusuyla alakalı bilgi vermekten kaçınıyorum. Yazmıyorum ki belki daha fazla merak uyandırırım ve insanlar okur. Onun için şimdi de yazmıyorum. Sadece birazdan filmle ilgili notları paylaşırken karakter isimleri vereceğim muhakkak, o kadar. Daha da yok.

Evet, filme gelirsek... 1962 yapımı, Robert Mulligan yönetmenliğinde çekilmiş To Kill a Mockingbird. Atticus rolü ile gerçekten herkesin gözünde efsanevi bir yer edinmiş Gregory Peck var. Yani adam oynamış diyeceğim, ayıp olacak. Kitaptan Atticus'u almışlar, sahneye koymuşlar resmen. Saçma derecede iyi. Scout rolünde Mary Badham ve Jem rolünde Phillip Alford ilk oyunculuklarını yapmışlar. Ama Gregory Peck'i bir kenara bırakırsak benim kadrodan tek tanıdığım isim Robert Duvall. Onun da ilk rolüymüş Boo Radley. Böyle acayip işler sayın seyirciler... İnsan gerçekten hayret ediyor.

Filmin açılış jeneriği çok güzel. Adamların 1962'de yaptıklarına bakınca bugünkü bir sürü filmden soğuyor insan.

Filmle ilgili canımı sıkan tek şe var: Alexandra Hala'nın olmaması. Kitabı okumayanlar için film mükemmelken okuyanlar için biraz budanmış hissi vermesi gayet normal o yüzden. Diğer olmayan karakterler (Jack Amca dahil) o kadar umrumda değildi açıkçası ama Alexandra Hala olabilirmiş bence. Neyse, bu kadarını görmezden gelebiliriz belki; çünkü filmin kendisi bu eksikliği bize hissettirmiyor.

Söylemek istediğim bir şey daha var. İzlediğim tüm yapımlardan sonra mutlaka gider IMDb trivia sayfalarını incelerim. Çok tuhaf gerçeklerle karşılaşabiliyor insan orada. Ama herhalde To Kill a Mockingbird kadar anlam ifade eden bir trivia sayfası okumamıştım daha önce. Birkaç tane not paylaşmak istiyorum ordan. Belki sizlerin de hoşuna gider.
  • Gregory Peck'in mahkemede jüriye karşı yaptığı son savunma 9 dakikalık tek çekim bir sahneymiş. Bunu, izlerken de fark edebiliyor insan ama 9 dakika gerçekten çok uzun. Büyük ihtimalle bir sürü insan bu sahneden sonra avukat olma isteğiyle yanıp tutuşmuştur.
  • Jem rolünü oynayan Phillip Alford seçmelere katılmak istememiş başta. Ama annesi eğer seçmelere katılırsa yarım gün okula gitmeyeceğini söyleyince koşa koşa gitmiş.
  • Atticus Finch, Harper Lee'nin kendi babası Amasa Lee üzerinden oluşturulmuş bir karaktermiş. Babası da 1923 yılında tıpkı Atticus gibi bir zenciyi savunmuş. O dava da Harper Lee'ye romanı yazmak için ilham vermiş. Gregory Peck de Amasa Lee ile tanışmış ve bayağı da kaynaşmışlar. Filmin çekimleri sırasında baba Amasa Lee vefat edince Harper Lee babasının zincirli saatini Peck'e vermiş. Peck de bir sonraki yıl en iyi aktör Oscar'ını almak için sahneye çıktığında bu saati taşıyormuş.
  • Peck ile Scout rolünü oynayan Mary Badham filmden sonra da irtibatı koparmamışlar. Hatta sonraki yaşamı boyunca da Peck, Mary'yi Scout diye çağırmış.
  • Bu çok acayip: Atticus'un ofisten eve döndüğü ilk sahnesinde (çocukların koşarak onu karşıladıkları sahne) Harper Lee de sette konukmuş ve ağlıyormuş. Gregory Peck neden ağladığını sorunca Peck'in tıpkı babasına benzediğini, hatta babasının bile böyle ufak bir göbeği olduğunu söylemiş. Peck'in cevabı: "Bu, göbek değil Harper; bu, muhteşem oyunculuk."
  • Tim Robinson'u oynayan Brock Peters kendini savunduğu sahnede ağlamaya başlayıca Gregory Peck de kendisini zor tutmuş ve sahne boyunca Peters'ın gözlerinde değil de başının arkasında bir yere bakmak zorunda kalmış.
  • Yine Brock Peters, ilerleyen yıllarda Gregory Peck'in cenazesinde bir anma konuşması yapmış.
  • Walt Disney, To Kill a Mockingbird için "işte bu, tam da keşke ben yapsaydım dediğim bir film" demiş.
  • Scout, Boo, Heck Tate, Mayella ve Mr. Gilmer karakterlerini oynayan tüm oyuncular Alacakaranlık Kuşağı'nın da çeşitli bölümlerinden oynamışlar. Bu da demektir ki Alacakaranlık Kuşağı'nı izlemek lazım.
Bu kadarı yeterli sanırım. Yine uzun bir yazı oldu. Söylemek istediğim son bir şey var, sonra bitireceğim. İnsanın çocuğuna okutması gereken bazı kitaplar olduğunu düşünmüşümdür hep ve bu konuda Çocuk Kalbi ile Pal Sokağı Çocukları'nı her fırsatta söylemişimdir. Bülbülü Öldürmek de artık o listede.

Saygılar efem, kendinize iyi bakın.

Not: Kış Okuma Etkinliği, adında hayvan adı olan kitap, 10 puan.
 

5 Şubat 2014 Çarşamba

Italo Calvino - Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu

Hem çok sevdiğim hem de hiç sevmediğim bir kitapla yine ben!

Yazar kervanıma Calvino'yu da ekledim. Bambaşkaymış hakikaten. Diğer kitaplarını da okumak lazım. İlk defa okuduğum çoğu yazar için de bunu diyorum ya neyse, sonsuza kadar falan yaşayacağımı düşünüyorum herhalde. Korkunç!

Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, adından anlaşılamayacağı gibi çok farklı ve değişik bir kitap. Calvino bu kitapta tam anlamıyla okur nasıl olunur, bir kitap nasıl okunur, bir yazar yazarken neyi ne diye düşünüp de yazar ve bunun gibi daha bir sürü detayı okuyucuya öğretiyor. Gerçekten, kitap böyle yani. Zaten girişinden belli: Şu anda Italo Calvino'nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabını okumaya başlıyorsun. Rahatla. Arkana yaslan diye başlıyor. Yani son derece etkileşimli bir kitap.

İçerisinde tamamlanmamış on farklı nasıl desem, roman girişi, öykü başlangıcı var kitabın; aralarda da yine okura yönelik açıklamalar ve okuru yönlendirmeler vs.

Dolayısıyla, böyle bir tür varsa eğer, bu türde okumuş olduğum ilk eser oldu. Bu kadar değişik olması kitabı sevmem için yeterliydi amaaa kitabı okudukça bir yönüyle aslında kitabı hiç sev(e)mediğimi fark ettim. Peki, neden? Adam o kadar uğraşmış, kafa patlatmış yani. Ne diye beğenmedim?

Çünkü efendim, ben bir yay burcu erkeğiyim. Özgürüm de özgürüm. Biri bana neyi nasıl yapmam gerektiğini sürekli böyle söyleyemez. Darlanırım ben. Patlarım. Bunca yıllık okurum ya ben, sayfayı çevirmem gerektiğini birinin söylemesine ihtiyacım yok. Anlatabiliyor muyum? Okurken sürekli sınavda kağıdıma bakan gözetmen gibi düşündüm yazarı bu yüzden. Arkadaş bi git, bi rahat ver. (Kardeşceğizlerim bu satırları okuyorsa bu da onlar için gelsin: labiyürügit!)

Bakın şimdi yazarken yine bunaldım. Evet sevgili okur, şu anda sen de benim boş laflarımı okuyorsun. Bak canım benim, bu 'a' harfi. A de bakiym, aaaaa. Evet. Bence de bunlara hiç gerek yoktu.

Sonuç olarak ben bu kitaba beş üzerinden beş verirdim sadece on tane öyküsü için. Çünkü içlerinde o az sayfa sayısına rağmen acayip saran üç beş tanesi vardı. Ama bu sürekli ne yapmam gerektiğinin söylenmesi gerçeğinden dolayı da beş üzerinden bir buçuk veriyorum. Ortalama etti mi sana üç yirmi beş, etti. Ama kitaba dört veriyorum. Neden? Kitapta yer alan ve beni şekilden şekile sokmaya yetip 'oooohaaa' dedirten şu kitap sınıflandırmasından dolayı. Aklıma geldikçe hem doğruluğuna hak veriyor hem de bu kadar düzgün ayrılmış olmasına şaşırıyorum.

Şimdi tekrar baktım da kitabı çok yermişim gibi hissettim. Öyle algılanmasın. Normalde süper kitap, hakkını yemeyeyim. Ama işte, sorun onda değil, bende. :s Bence o daha iyilerine layık. Ama istrs arkdş kalbilrz. :s:s

Öff, kendimden iğrendim yine. Gideyim daha fazla batmadan. Kendinize iyi bakın güzel insanlar. Pis ve rezil insanlar, siz iyi bakmasanız da olur lan; ne de olsa kötüye bişe olmaz. Hadi eyvallah. :)

Not: Kış Okuma Etkinliği, adında kış mevsimi ile ilgili bir şey ve içinde kış teması barındıran kitap kategorisi, 20 puan.

2 Şubat 2014 Pazar

Carlos Fuentes - Artemio Cruz'un Ölümü

Yeni bir yazar daha, Carlos Fuentes ile yola devam sayın seyirciler. Dağ gibi adamı da gömdüm, öyle geldim. Hey gidi Artemio Cruz... Trilyon da olsan harcanacaksın işte.

Tam emin olmamakla beraber öyle sanıyorum ki Marquez'den sonra okuduğum ikinci büyülü gerçekçi yazar oldu Fuentes. Belki böyle adlandırmak doğru olmayabilir ama ben bu kitapta da öyle bir hava sezdim. İkisi de çok acayipmiş gerçekten. O yüzden bana sorarsanız Yüzyıllık Yalnızlık'ı seven herkes Artemio Cruz'un Ölümü'nü de sevecektir. Böyle yazınca da sanki adamın ölmesini isteyeceksiniz gibi oldu, ilginç.

Kitabın şöyle bir güzelliği var: kurgusu ve üslubu mükemmel. Kurgusu mükemmel; çünkü zamanda ileri geri giderek anlatıyor her şeyi. Üslubu mükemmel; çünkü her bölüm kendi içinde üç farklı anlatım tekniği barındırıyor. Ve ben yine öyle sanıyorum ki bu da benim ilk kez karşılaştığım bir yöntem oldu. Kısacası Memento gibi kitap, alın okuyun bence.

Yine okumak isteyenlere önerim odur ki mümkün olduğunca aralıksız okuyun. Çünkü içinde çok fazla isim var ve kurgudan dolayı bir ileri bir geri, bir çooook ileri bir çooook geri gittiğiniz için ister istemez karışacak onlar. Her gün bir bölüm okuyup bitirmek çok zevk vermeyebilir o yüzden. Ama olabildiğince kısa sürede bitirilirse 'oohaaa' dedirtme ihtimali yüksek. Bitirince ben dedim şahsen.

Peki, kimdir Artemio Cruz? Meksika Devrimi süresince doğup büyümüş, tabiri caizse kölelikten zirveye ulaşmış bir siyaset adamı ve medya patronu. Tüm kitap içerisinde hayatını, ölüm döşeğinde yaşadığı iç hesaplaşmalarını ve vicdanının sesini okuyoruz. Kitabın başlarında sürekli tekrar eden ve anlamsız gelen bazı cümleler kitap ilerledikçe çok anlamlı gelmeye başlıyor. Yani birazdan fazla derecede özeline de girmiş oluyor Cruz'un. Catalina'lar, Regina'lar, Laura'lar, Lilia'lar havada uçuşuyor. Okuyanlar bilirler ki Regina, ah Regina...

Kitabın her bir bölümündeki son kısımlar, altı çizilecek cümlelerle dolu. Zaten bu bölümlerdeki cümleler de hemen hemen daima birer paragraf uzunluğunda. Şimdi kitaba dair okuyacak kişilerin zevk almasını engelleyecek bir şey söylemek istemediğim için daha fazla detaya giremiyorum ama benim en sevdiğim kısımlar bu bölümler oldu. Belki ortanca kısımlarda Artemio Cruz'un kendi kendisiyle hesaplaşmaları da olabilirdi ama o son bölümler daha etkileyici; çünkü bu son kısımlarda konuşan Artemio Cruz değil, vicdanı (o yüzden bir üst paragrafta da vicdanının sesini okuyoruz dedim, sanki ses olunca dinlenmesi gerekiyormuş gibi geliyor kulağa). İnsanın kafasına çekiçle vuruluyormuş gibi cümleler var buralarda.

Buradaki 2012 tarihli yazıya göre kitabın film hakları alınmış durumda, hakkı verilerek çekilirse tadından yenmez. Yine burada da Carlos Fuentes'le kitap hakkında yapılmış bir röportajın ses kaydı yer almakta. İlgisi olanlar bir göz atabilirler. Gerçekten çok güzel bir program olmuş.

Kitabın çevirisi ile her zamanki kalitesinden bir örnek sergileyen Seçkin Selvi'ye de burdan saygılarımı sunuyorum. Çevirmenlik zor iş vesselam...

Sanırım kitap hakkında söyleyeceklerim bu kadar. Keşke herkes okusa (belki duygu sömürüsü yaparsam okuyan olur). Kendinize iyi bakın. Çünkü bakmazsanız sonuçlarına katlanması gereken yine siz olacaksınız. Evet. Hoşça kalın. :)

Not: Kış Okuma Etkinliği, daha önce okumadığınız bir ülke edebiyatı (Meksika Edebiyatı), 15 puan.