19 Aralık 2014 Cuma

26

Bazı yazılara başlamak bu kadar zor olmasa emin olun çok daha fazla yazarım. Fakat başlayamıyorum bazen. Kimi zaman içimden gelmiyor ki benim için en geçerli bahanedir. Ama içimden geldiği halde ilk lafı edemediğim için, düşüncelerimi toparlayamadığım için yazıya dökemediğim birçok taslağım oldu. Sonra da hepsi çöp oldu, gitti.

Çok klasik bir yazıya başlama taktiği kullandığımın farkındasınızdır ama bu akşam bir şeyler yazmak zorundayım. Çünkü bugün ben bir kez daha doğdum. 26 senem doldu, 27. seneme açtım gözlerimi.

Sayılar gerçekten çok komik, hiçbir anlam ifade etmiyorlar şu anda bana. 24 yaşımdan neyim farklı ya da 12.5'tan? Tamam, 12.5'tan bariz farklı olabilir. Lakin biri çıkıp mesela altı sene öncesinden, üniversiteye başladığım seneden bu yana ne değişti diye sorsa tanıdığım insanlar haricinde belki de dişe dokunur hiçbir şey sayamam.

Dedim ya, tanıdığım insanlar haricinde diye, onu da neden dedim? Geçenlerde Taylan (adamın hası bir arkadaş) bir vidyo önermişti bana bunu kesin izlemelisin diye. Bu yazının sonunda o vidyoyu da paylaşacağım. O vidyoyu izledikten sonra işte, bunları ciddi ciddi düşündüm. Lan dedim, daha ne olsun? Tek fark tanıdığım insanlar olsa bile yeter. Çünkü önemli olan o, insanlar; bizler. Bu, varoluşsal (oha, ağzıma da hiç yakışmadı) bir biz değil ama. İnsan insanayız, önce bunu bi anlamamız lazım, ondan.

Vidyoda bir 'gözlerdeki parıltı' deyimi var. Sanırım yaşamaya değer bir fikir ancak bu kadar güzel olabilir. Hani bir laf var, biraz olsun başkaları için yaşanmamış hayat hiç yaşanmamış olsa da olur diye (ya da buna çok yakındı işte). Ben buna inanıyorum. Sırf kendim için yaşamak bana o kadar anlamsız ve boş geliyor ki 'niye, hadi anlat' deseniz kendimi tam ifade edemeyeceğimi bildiğim için sıkıntıya düşerim. İyi de kim için yaşamak o zaman, ne için, ne uğruna yaşamak?

Tabii bu soruyu Cosmos'u izledikten hemen sonra soruyor olmak da gerçekten çok hoş oldu. Ama oraya girmeyeceğim. Devam edelim.

Tabii ki önce aile için yaşamak derim ben. Bu seneyle birlikte yedi sene oldu bir arada olamıyoruz doğum günlerimde. Evet, sayısını tutuyorum. Çünkü önemli. Tabii, aile demişken kan bağı olmak zorunda da değil. Ferit'in de (Ferit deyince bi tuhaf oluyorum, zaten kankulim de kızıyor) yazdığı gibi kardeş olmak için aynı anne babadan doğmak gerekmeyebiliyor. İşte böylece yaşanabilir bir hayat.

Günlük koşuşturma, iş, güç, o, bu, şu... Her şey bir yana. Umurumda değil. Benim değer verdiğim insanlar önemli önce. Yedi milyar insan var. Belki de bunlardan milyonlarcası benim ruh ikizim ve hiç tanışamayacağız. Çok saçma ve bir o kadar gülünç, trajikomik. Anlamıyorum. Halbuki Dünya da o kadar büyük bir yer değil. Tamam tamam, Cosmos'a girmiyorum.

Yeri gelmişken bir hafta öncesinden doğum günümü kutlayan ve hiç beklemediğimi görünce sevinen ama beni de gerçekten çok sevindiren Beyto'ya teşekkür ederim. Takdir edersiniz ki insan bir hafta öncesinden böyle bir şeyi beklemiyor. Sonra her daim yanımda olduğunu bildiğim canım Dek'e çok teşekkür ederim. Bir de büyük ihtimalle şu sıralar Brezilya'dan Türkiye'ye uçmakta olan Mlle Bayburtluoğlu'na (ileriye dönük not, biz bu sıralar Kayıp Zamanın İzinde'yi okuyorduk) teşekkür ederim, genel olarak yani.

Yukarıda bahsini ettiğim vidyonun TED linki için buraya tıklayabilirsiniz. TED'in sitesinde Türkçe altyazısı da var. Alta da Youtube versiyonunu koyuyorum ama onda sadece İngilizce altyazı var. Herkes izlesin isterim.

Gözlerinizden parıltı eksik olmasın. Hep beraber nice güzel senelere.

 

15 Aralık 2014 Pazartesi

Marcel Proust - Swann'ların Tarafı (Kayıp Zamanın İzinde, #1)

Ne yapsam, nereden başlasam şimdi ben. Söyleyecek çok şey var ama hepsini bir anda söylemek istediğim için hiçbirini becerip söyleyemiyorum. Allah'ım, sen aklıma mukayyet ol.

Kitap okumak nedir, bundan tat alınır mı gerçekten, edebi değer dediğimiz ne ola ki... Sanırım müthiş bir yolculuğa adım atmış oldum Swann'ların Tarafı'nı bitirerek. Çünkü bilen bilir, Kayıp Zamanın İzinde Marcel Proust'un ömürlük eseri. 7 cilt toplamda. Binlerce sayfa ediyor haliyle. Daha giriş sayfasında belli ediyor kendisini, kalitesini, ne ile karşı karşıya olduğumuzu. Gerçekten acayip bir yetenek mi demeli, başka ne denir bilemiyorum. Sayfalarca, uzun uzun herhangi bir konuyu en ince detayına kadar anlatmış adam. Tuhaf yanı sıkılmadım da hiç okurken, bilakis o kadar keyif aldım ki anlatamam. Tamam tamam, bir deneyeceğim.

En başta tüm kitabın bir anı(lar zinciri) olması bana şunu düşündürdü: hiç yaşanmamış bir geçmiş yaratıp bunu en ince ayrıntısına kadar anlatabilmek nasıl bir şeydir? İnsan olan der ki işte o vakitler şurası şöyleydi, burası böyleydi, şurda şu vardı, burda bu. Halının desenine, bulutların şekline kadar detay verilmez ki (verilemez anlamında). Vay arkadaş yaa...

Saf edebiyat olarak etiketledim ben bu kitabı, kim ne derse desin.

Paragraf uzunluğunda cümlelerden oluşuyor kitabın çoğunluğu. Ama öyle cümleler ki, yani kendi içlerinde ve genelde o kadar tutarlılar ki histerik bir şekilde güldüğüm zamanlar oldu okurken. Be adam, bir yerde de yanlış yaz, sonunu getireme diye bir muhalefete giriştim yer yer. Çekememezlik çok kötü, siz yapmayın.

Sonra şunu fark ettim. Ben bir yazar olsam pek tabii ki kendi dilime hakim olmalıyım. Yani anadilimde bu şekilde uzun cümleler kurabilmem aslında o kadar ahım şahım bir olay olmazdı. E, ama ben bu kitabı orijinal dilinden, Fransızcasından okumadım ki! İşte bunu fark ettiğim an çevirmenimiz Roza Hakmen'e Marcel Proust'a duyduğumdan daha fazla saygı duydum. Bu kadar kusursuz, bu kadar güzel çeviri yapılır mıymış?  Ben bugüne kadar çok abartmışımdır bu blogda bir sürü şeyi ama gerçekten bu çevirinin benim abartabileceğim bir yanı yok. Ayakta alkışlıyorum.

Yazar yer yer İngilizce kelimeler kullandığı için (karakterleri öyle konuşturduğu için daha doğrusu) çevirmenimiz de (editör mü yoksa?) onları İngilizce bırakmış ve sayfanın dibinde anlamlarını haricen belirtmiş. Kitapta bulabildiğim tek kusur bu notlardan birisinde smart'ın akıllı, zeki gibi bir anlamda değil de şık olarak çevrilmesiydi. Ha, şu anda ölümüne çuvallıyor olamaz mıyım, olabilirim. Ama işte kafam böyle çalışıyor. Ben ne yapayım?

Sonra Vinteuil'ün bir eseri var, klasik müzik eseri, adını not almayı unuttum, şu anda kitaba da bakamıyorum kafamdakiler uçmasın diye. Hah işte, bir eseri var. Müziğin insanın kafasında neleri nasıl çağrıştırabileceğini, insana neler düşündürebileceğini, hissettirebileceğini o kadar güzel ve uzuuun uzun anlatmış ki yazar M. Swann üzerinden, evet dedim, işte bunun için bu adamlar büyük yazar. Şimdi detay vermeye kalksam altından çıkamam, en iyisi siz kitaba başlayın tez elden.

Dikkatimi çeken bir diğer husus ise unvanların kısaltılmış bir şekilde verilmesiydi. M. Swann, Mme Swann, Mlle Swann gibi. Olmayan Fransızcama rağmen bunların Monsieur, Madame ve Mademoiselle (bildiğimiz Matmazel, evet bildiğimiz) olduğunu kitabı okudukça anladım. Ayrıca saygınlık belirtisi olarak isimlerin önüne 'de' takısı geldiğini de öğrendim. Durduk yere başlangıç seviyesinde Fransıca bilgisi edindim diyeceğim ama o kadar da değil tabii mon ami (bildiğimiz mon ami, he).

Toparlamak istiyorum. Çünkü yazıyı bitirip ikinci kitaba başlayacağım. Uzun zamandır seri kurgu okumuyorum ve gerçekten bir sonraki kitabı merak etmeyi özlemişim. Bu kitabı kimlere tavsiye ediyorum? Dürüst olmam gerekirse ben kitap okumayı seviyorum diyen herkese. Ben şimdi kayıp zamanın izinden gitmeye devam ediyorum. Sizleri de beklerim. Belki zamanın bir noktasında karşılaşırız. Kim bilir, neden olmasın?

Au revoir.
 

30 Kasım 2014 Pazar

Efkardan Başlığı Unutmuşum

Moralim bozuk.

Sevdiğim birini yolcu etmeyi bilmiyorum, sevmiyorum. Sesim değişiyor, gözlerim doluyor hemen. Ayrılıklar zor. Haksızlık bu. İnsan neden yaşayacağı tek hayatta istediği zaman istediği kişilerin yanında olamıyor? Bu mudur yani zekamızın geldiği son nokta? Evrile evrile buna mı evrildik, gelişe gelişe buna mı geliştik, ola ola bu mu olduk? Valla bravo!

Yeni bir düzen kurmak bile bu kadar zor değil. Bir aydan fazla oldu tek başıma yaşıyorum. Aslında altı üstü iki üç hafta tek kalabildim ama sevdim böylesini. Evimin her şeyi benim, her yeri benim. İstediğim saatte, istediğim şekilde, istediğimi yapabilme özgürlüğüm var. Amma lakin ki sadece bir akşam bile birisiyle kalsam takip eden ilk yalnız akşamımda volta atıyorum evde.

Neler düşünmedim ki kendimi ikna etmek için. Lan işte ne güzel, özlemini çekeceğin sevdiklerin var şeklinde duygu sömürüsünden rahat mı batıyor arkadaşım diye tehdidine kadar neler düşünmedim. I ıh, yok arkadaş, yemiyor. Benim morali sıffır sıffır sıffır sıffır! Nalet olsun.

Halbuki yarına bir şeyim kalmayacak ama bu seferlik bunu yutmak istemiyorum. Belgelemek istiyorum. Onun için ellerim klavye üzerinde gezinmeye devam ediyor. Omurilik çalışıyor.

Bu arada evet, yeni bir evim var benim artık. Ufak bir çatı katı, tam bana göre. Tavanı alçak, boyu boyuma uygun ev yani. Çok da sevdim. Ciddi düşünüyoruz. Şuralarda bir yerde odamın ki kendi aramızda biz oraya yaşam alanım diyoruz, fotoğrafı olması lazım. Film izlemek için bir televizyon alma düşüncem epeydir vardı. Gerçek oldu. Bir de hep hayalimdi, sallanan sandalye istiyordum en ahşapından; onu da bir güzel insan sağ olsun hediye etti; ancak bu fotoğrafta çıkmamış. Çekimser biraz.

AMA BENİM MORALİM BOZUK! NEDEN? ÇÜNKÜ RAHAT BATIYOR!

Sakinim. Biz bizeyken iki sesimizi de yükseltemeyeceksek ne anladım o işten? Misal, şu anda Göksel arkadan yardırıyor İçime Sinmiyor diye. Kendine eziyet etme konusunda bir dünya markası olabilirim bu gidişle. Bu yaptıklarım da hiç içime sinmiyor ama ilerleyen zamanlarda kendime ayar vermek için bunları da yazmalıydım.

Sonra? Sonrası Allah kerim. Çamaşır attım, onları asacağım. Bulaşıkları yıkayacağım. Hahaa, bayağı bildiğin ev kadını oldum lan ben. Bana yemek yapmayı da öğrettiniz mi olaylar olaylar... Aslında yemek yapmakta bir şey yok da ben tek başıma yemek yiyemiyorum. Atıştırmalık dediğimiz yiyecekler ya da en fazla çorba. Mesela kendime normal yemek yapsam yerken canım sıkılır. Sanki yemek birisiyle yenilmeliymiş gibi bir düşünce var bende. Yalnız yenmiyor azizim.

Geçen gece kardeşimle Mary and Max'i izledik tekrar. Böyle güzel bir film olamaz. İzleyin efendim, izletin; sevin bu filmi.

Not almayı unuttuğum başka bir konu kaldı mı? Hımmm... En kısa zamanda Kayıp Zamanın İzinde'ye başlamam lazım. Atı alan Üsküdar'ı geçmiştir şimdiye. Değil mi sayın at sahibi? (Burayı gerekli kişi üstüne alınacaktır, lütfen siz şeetmeyin.)

Yılın en güzel ayına başlamamıza saatler kala cümlelerime son veriyorum. Malum, evin işi bitmiyor. :)

Hadi kalın sağlıcakla.
 

20 Kasım 2014 Perşembe

Henry Miller - Yengeç Dönencesi

Dobra bir kitapla yine karşınızdayım; dobra, sert, açık sözlü, net, dümdüz. Otobiyografik özellikler taşıdığını göz önünde bulundurursak Henry Miller'ın en azından belli bir dönem tam olarak hayatı yaşadığını, hissettiğini söyleyebiliriz.

Paris'te bir Amerikalı olarak anlatmış Miller olanı biteni. Zaman mevhumu pek yok. Zaten bu kitaba bir kurgu demek bence çok doğru da değil. Gerçekten de daha çok biyografik, otobiyografik bir eser. Tabii ki kurgu izlenimi veriyor ama o kadar olur.

Esasında bana sorsanız bu kitabı tavsiye eder misin diye direkt savunmaya geçerim 'yaa işte oku tabii de ne bileyim, falan filan' diye; kıvırırım, mırın kırın ederim, ipe sapa gelmem, hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım. Sebebi de mezhebimin bu kadar geniş olmaması. Bu kitapta bu durum cinsellik için geçerli belki; ancak benim açımdan bir yazar derdini daha edebi anlatabilecekken bu kadar açık seçik anlatınca olmuyor. Yani en başta sıkılıyorum. Ne bileyim, mesela anesteziyi anlatan bir kurgu okusam da aynı şey geçerli olurdu. Sürekli bağırsaklarını şöyle yırttı attı, kalbini damarlarından kopardı gibi ifadeler çok sert olurdu, değil mi? Hah işte, bu kitabın sevemediğim yanı o oldu. Sebebini pek bilmiyorum ama henüz hiç okumamış olmamama rağmen insanların yazdıklarından yola çıkarak diyebilirim ki ben Hakan Günday okuyunca da pek beğenmeyebilirim. Ön yargıya gel...

Kitap süresince karakterimizin çektiği özellikle maddi sıkıntılar ve bunun getirisi olarak açlık teması süper işlenmiş yalnız. Zaten beni rahatsız eden gereksiz sertliğini bir kenara bırakırsak harika tespitler ve cümleler barındıran bir eser olduğunu söylemem lazım. Her şeyi geçtim bir insanın kafasından geçenleri okuyorsunuz ki bu bence okura yeni bir bakış açısı kazandırmak, yeni bir insan tanıtmak gibidir. İlk defa tanışacağınız birisi bu kafada bir birey olursa 'aa, ben bu adamı tanıyorum ya' güveni oluşturur insanda. Kitap okumayı sevme sebeplerimde başa oynar bu düşünce.

Velhasılıkelam, Yengeç Dönencesi nevi şahsına münhasır bir kitap. Herkese tavsiye etmiyorum. Kendine güvenen, ben yeniliğe açığım diyenlere daha çok hitap ediyor. Bilin yani. Ondan sonra yok Mustafa'yı da adam bildik de beğendiği kitabı okuduk falan olmasın. Üzmeyin beni. Ben de insanım.

Hadi kalın sağlıcakla.
 
 

21 Ekim 2014 Salı

William Faulkner - Ses ve Öfke

William Faulkner uzun zamandır ha okudum ha okuyacağım diye ertelediğim bir yazardı. Adını en çok duyduğum eseri Ses ve Öfke ile başladım. Ve oha! O neydi lan öyle?!

Şimdi bir delilik yapsam ve kitabı birinci bölümdeki teknikle anlatsam mesela, herhalde sabahı görmem. Onun için hiç bulaşmayacağım. Bu karmaşık kitabı elimden geldiğince düzgün anlatacağım. Şu anda kendime iş belledim bunu.

Dört bölümden oluşan ve temel olarak bir ailenin tarihi (trajedisi demek daha doğru aslında) etrafında şekillenen bir eser Ses ve Öfke. Bu dört bölümden ilk üçü üç kardeş Benjamin, Quentin ve Jason tarafından anlatılıyor. Son bölümde ise yazarımız ipleri ele almayı tercih etmiş.

İlk bölüm, öyle sanıyorum ki benim bugüne kadar okuduğum en zor 'ilk 50 sayfa'. Çünkü bu bölümde esasen tüm kitap anlatılıyor(muş meğersem, kitap bitince anladım) ve bu anlatım zihinsel engelli Benjamin tarafından yapılıyor. İki paragrafta bir belki beş sene, belki on sene geriye veya ileriye gidişler mevcut. Acayip kafa karıştırıcı. Hiçbir anlam ifade etmiyor. Ta ki kitabı bitirip tekrar göz atıncaya dek, işte o zaman meğersem tüm olan bitenin burada anlatıldığı görülüyor. Bu muhteşem zorlayıcı ama zekice kurgusu için Faulkner'i saygıyla anıyorum.

Devam etmeden önce şunu bilmekte fayda var. Bunlar dört kardeş: Jason, Benjamin (Benjy), Quentin ve Candace (Caddy). Sadece Caddy kız, diğerleri erkek. Ama Benjamin'in ilk zamalar adı dayısının adıyla aynıymış: Maury. İlk bölümde bir Quentin daha var ama tabii okurken bunu neredeyse anlayamıyoruz; çünkü bu Quentin kız. Caddy'nin kızı. Kitapta en temelde zaman ve sonra karakter meselesini çözene kadar yaşlandım ben de zaten. Şu anda 2050 küsürden falan yazıyorum. Bir yandan geçmeye devam ediyor çünkü.

Ne diyordum? Hah, evet. İkinci bölüm Quentin (erkek kardeş olan) tarafından anlatılıyor. İçeriğe dair okuma keyfini baltalayacak bir bilgi (spoiler dememek için kendimi yedim adeta şu an) vermemek adına bu bölümün bir çeşit vicdan azabı temeline dayandığını söyleyebilirim. Kendi kendiyle sürekli çekişmekte olan bir Quentin'in kafasındayız bu bölüm süresince.

Üçüncü bölümse daha sert ve mantığa dayalı bir karaktere oturtulmuş Jason tarafından anlatılıyor.

Ne yazık ki Caddy'nin dilinden bir bölüm yok. Halbuki kitaptaki en kilit karakter bence o. Kitaba dair en üzüldüğüm konu bu oldu. Ben dördüncü bölümü de herhalde onun dilinden okuruz diye başlamıştım amma lakin ki öyle değilmiş.

Bölümler ilerledikçe anlatım çok daha anlaşılır bir sırayla ilerliyor, nispeten. Özellikle son bölümde tamamen normal bir gidişat söz konusu diyebiliriz. Şimdi fark ettim, bölümlerin isimlerinden bahsetmemişim, daha doğrusu başlıklarından. Sırasıyla: 7 Nisan 1928, 2 Haziran 1910, 6 Nisan 1928, 8 Nisan 1928. Sanırım şu anda siz de biraz kuşkulandınız. Ben kuşkulanmış ve gaza gelmiştim başlamadan önce.

Bir de kitabın sonunda yaklaşık yirmi sayfalık bir Ek var yazar tarafından eklenen. Açıkçası bu Ek bölümünü kitabın tamamından çok beğendim. Çünkü burada tüm ailenin soyağacı anlatılmış. Yani bu ne demek? Karakterlerin ilerleyen yıllarda ne yapıp ne ettiklerini de buraya koymuş demek yazar. Zaten kitap öylece bitseydi çok ayıp olurdu.

Sonuç olarak kendini zorlamak isteyen herkese tavsiye ediyorum bu günümüz klasiğini. Faulkner'in yaptığı biraz tabuları yıkmak olmuş roman türü için. Cesaret isteyen bir iş kesinlikle. Gerçi bu insanların isimleri bu yüzden her devirde yaşamaya devam ediyor. Kafalarına bir şey koyuyorlar ve onu yapıyorlar. Mesela uslu bir çocuk olmayı kafalarına koymuşlarsa Şirinler'i de görmüşlerdir. Kesin. Vay arkadaş...

Zevzeklik sınırına geldiğime göre gitme vaktim gelmiş. Kim bilir, belki de bir dahaki yazımı taşındıktan sonra yazarım. Tarihe not düşmüş olayım böylece. Esen kalın efendim.
 

30 Eylül 2014 Salı

Oruç Aruoba - yürüme

"Bütün dert, ötekilerle birarada yaşamak zorunda
olup, birarada yaşamaya dayanamamızdadır."

tümceler ve de ki işte ile birlikte içerik açısından bir üçleme oluşturan yürüme'yi de okuyarak Oruç Aruoba eserlerinde ilk aşamayı tamamladım. Yalnız bu kez yoruldum. Zira yürüme en ağırı ve içerik olarak en zoru gibi geldi bana. Gerçekten felsefe kitabıymış yani. Devreler yandı biraz.

Karışık bir içindekiler bölümü var kitabın ama temel olarak şu üç kısımdan oluşuyor: BİZ (1), yer, yön, yol.(2), kişi(3).

Bunlardan yer, yön, yol kısmı benim en çok sevdiğim bölüm oldu. Yer, yol, yön kavramları hakkında gerçekten düşündürücü ve vay arkadaş dedirtici ifadeler var bu bölümde. kişi bölümü ise okurken en çok yorulduğum parçalara sahipti nedense. Fakat burada genel olarak insan ile kişi farkını net vermiş olmak adına çok çabaladığını hissettim Aruoba'nın. Öyle sanıyorum ki beni en çok aşan kısım da bu son bölüm oldu zaten.

"Zamandır en büyük düşmanımız-
biz istemeden yürüyüp giden; biz istediğimizde de,
bir türlü istediğimiz noktada durmayan
- zaman, bizi bırakıp gider, terkeder
-- zaman, bizi, öldürür..."

Bu kitabı okurken bir kez daha imlânın önemini anladım. Gerçi bana sorsanız haddinden fazla oynamış derim noktalama işaretleriyle. Hakkını vererek okumak isteyince yıpranıyor insan. Belki de ben o kadar kafa patlattım, siz de en azından okurken yorulun demek istiyordur Oruç Aruoba. İşte, benim sorunum da bu. Oruç Aruoba'nın bile benim gibi zevzek olabileceğini düşünüyorum. Çarpılmasam bari.

Şimdi düşününce özellikle yer, yön, yol kısmı bu kitabı bir yolculuk kitabı yapıyor. Ne bileyim, yol şarkıları var mesela, bazı şarkılar yolculukta çok güzel dinleniyor. Onun gibi işte. Bu kitap da dağa bayıra vuracak insan için on numara bir yoldaş olur. Değerlendirmekte fayda var.

"İnsanlar yanyana yürümesini bilmiyorlar ki-
hep biribirlerinin üstüne üstüne yürüyorlar."

Daha önce Oruç Aruoba kitapları için bahsettim mi hatırlamıyorum ama Metis'in kitap kapaklarını oldum olası sevmişimdir. Oruç Aruoba eserleri için hazırlanan bu kapakları da çok seviyorum. Aslında kapak yok gibi bir şey ama minimalist insanım ben. Çok yakışıyor bu kapaklar kitaplara. Aklıma gelmişken söyleyeyim dedim.

"Bir yaşam, bir yönün bir yol olup
olamayacağının denenme sürecidir."

Sanırım yürüme hakkında bu kadar konuşmam yeterli. İlerleyen yıllarda Oruç Aruoba kitaplarını tekrar okudukça daha iyi anlayacağımı düşünüyorum. Şu anda aradaki seviye farkı çok gibime geliyor. Okudun da ne anladın diye sorsalar 'yani işte, bi yol var, aslında o, yol değilmiş' gibi bir şeyler diyebiliyorum ancak. Bu cevaba madem anlamayacaktın daha ne demeye okudun diye cevap verecek insanlara da buradan selam ederim. Sizin ben kedi canınızı...

Kalın sağlıcakla gençler, görüşmek dileğiyle...

"Kişinin kendi üzerine soruları arttıkça yanıtları azalır.
(-Zaten tersi doğru değil mi: kendi üzerine bütün
yanıtları 'bilen' kişi, kendini hiç sorgulamamış kişi
değil mi - yani insanların çoğunluğu...)"
 

25 Eylül 2014 Perşembe

Fyodor M. Dostoyevski - Beyaz Geceler

"Hem yürüyor, hem şarkı söylüyordum. Neşeli olduğum zamanlar, sevincini paylaşacak dostu, ahbabı olmayan her kimsesiz her mutlu insan gibi ben de mutlaka bir şeyler mırıldanırdım."

Dostoyevski'yi kronolojik sırada okumaya devam. İlerleyen her kitapla birlikte insanın kafasının içine olan o müthiş yolculuğa devam. Psikolojiye giriş dersi niteliğindeki eserlerle başlayıp mezun olacağımız nice eserlere doğru devam. Velhasıl, Dosto'ya devam sevgili insancıklar.

50-60 sayfalık çok güzel bir öykü Beyaz Geceler. Öykü diyoruz ama novella denen tipe daha yakın aslına. Kendi halinde, yalnız bir erkek anlatıcısı var kitabımızın ve adını hiç öğrenemiyoruz. Aslında kitapta adını öğrendiğimiz kayda değer tek kişi Nastenka. İsimsiz kahramanımızın kalbine bir kor gibi düşen Nastenka. Kara vicdanlı Nastenka. Nastenka gibi senin Allah belan... Ehem, abarttım sanki biraz.

Kitabın arka kapağında da yazdığı gibi bu kitapta Dostoyevski 'ancak genç ruhlarda yaşayabilen saf ve büyük aşkların unutulmaz örneklerinden birini veriyor'. Dört geceden dört bölüm ve iki de ara bölümden oluşuyor tüm eser.

"Zaten insanlar mutsuz olmadıkça başkalarının mutsuzluğunu anlayamıyor."

Anlatıcımızın kendi hayatını Nastenka'ya anlattığı bir bölüm var ki sanmıyorum ki okuyup da 'aa, beni anlatıyor' dememiş bir insan evladı olsun. Ha, varsa da biraz öteye kaysın lütfen. Diyenlere yer açsın. Mükemmel bir tasvir, gerçekten. Hayal dünyasında, kendi kafasının içinde yaşayan insanları çok güzel özetlemiş.

Tabii burada çevirmenimiz Nihal Yalaza Taluy'un hakkını bir kez daha vermemiz lazım. Yine harika bir iş çıkarmış. Sadece bir şey dikkatimi çekti. Kimi yerlerde Allah diye çevirmişken kimi yerlerde Tanrı yazmış. Orijinal metne baksam da Rusça bilmediğim için bir anlam çıkaramam ama neden böyle bir yol izlediğini merak ettim. Hani bilen varsa beni aydınlatabilir. Müteşekkir olurum.

"Niçin insanların en iyisi bile sürekli olarak başkalarından bir şey saklıyormuş gibi durur ve susar? Sözlerimizi tartarak konuştuktan sonra niçin karşımızdakine içimizi dökmemeli?.. Herkes olduğundan sert görünmek istiyor. Duygularını kolayca açıklarsa küçülecekmiş gibi bir kuşku var."

Kitaba ismini veren beyaz geceler gerçekten de adı gibi yaşanan bir 'doğa olayı'ymış. St. Petersburg'da Mayıs'ın son haftası ile Temmuz'un ortası arasında hava bir türlü tam anlamıyla kararmıyor, şafak söktü sökecek gibi oluyormuş. Sanırım benim gibi gündüz uyuyamayan insanlar için mükemmel bir işkence yöntemi olabilir bu beyaz geceler. Kesin kafayı sıyıran olmuştur. Beni fikir olarak bile rahatsız etti açıkçası.

Bu arada, nerede okuduğumu şimdi anımsayamadım ama Dostoyevski biraz da kendisini anlatmış yine bu kitapta. 25-26 yaşındaki karakterimiz bu yazının sonunda paylaşmayı düşündüğüm alıntıda da dediği gibi adeta insan ilişkileri sıfır ve hiçbir kadınla ilişkisi olmamış birisi. Dostoyevski de keza öyleymiş. O yüzden epeyce kendini yazmış diyen de var.

Son olarak kitabın baskısından bahsedeceğim. Ben yine çevirmen etkisiyle Varlık Yayınları baskısından okudum. Bu baskıda Beyaz Geceler'in yanında ek olarak Başkasının Karısı öyküsü de var son kısımda. Kitap 107 sayfa, son 40-50 sayfası da bu Başkasının Karısı öyküsü. Onu geçen yıl aldığım, İletişim Yayınları baskısı ve Ergin Altay çevirisiyle yayımlanan Öyküler'de bir kez daha okumuştum. Ama kitap elimde olmadığı için karşılaştıramadım çevirileri.

Söyleyeceklerim bunlar sayın seyirciler. Yukarıda bahsettiğim alıntı ile yazıma son veriyorum. Hoşça kalın.

"Elbette... Ne olur bana hak verin. Yirmi altı yaşındayım. İnsan içine girmedim. Güzel, düzgün konuşmasını nerden öğrenecektim? Her şey olduğu gibi söylemek en iyisi... Kalbim konuşurken susmayı bilmem. Neyse... Sorun bu değil... Evet, inanır mısınız, tek bir kadınla ne konuşmuşluğum, ne tanışıklığım var... Yalnız her gün; benim karşıma bir kadın çıkmasını hayal eder dururum. Böylece kaç kere âşık olduğumu bilseniz."
 

21 Eylül 2014 Pazar

Şule Gürbüz - Coşkuyla Ölmek

Pek gezip tozan birisi değilim. Niye olayım ki? Beceremiyorum da zaten. Beceremedim de hiç. Hem canın istediğinde ellerini cebine sokup istediğin kadar ağır adımlarla bir sahil boyu yapamadıktan sonra ne anlamı var? Çok da bir anlamı yok.

Siz kimsiniz ki size yalan söyleyeceğim? On yıldır bekliyorum. On yıl önce bir beklentim vardı, olmadı. On yıldır bir yalanı yaşıyorum. Biriniz çıkıp da açık açık sordu mu? Gerçi sorsaydınız bunları yazıyor olmazdım. On yıldır bir yalanı, yalnız başıma yaşıyorum. Hala bekliyor muyum? Beklemiyorum. Yani? Kaçıyorum. Ölesiye kaçıyorum. Olmasını istediğim şeyleri hayal etmeye çekiniyorum. Hayal edersem gerçekleşmeyecek gibi. Sanki ben onu akıl edersem ve detaylı düşünürsem olacağı varsa da olmazmış gibi. En güzel şeyler beklenmedik zamanlarda olur gibi. Bir hayali, eninde sonunda hayal olarak kalacağını bile bile yine de hayal etmeyip lan belki günün birinde olur diye kendinize bile itiraf edemeden anında def ettiğiniz oldu mu aklınızdan? Benim oldu, oluyor; hep oldu. Hep mi olacak? Hep olacak! İşte, o yüzden kaçıyorum. Kendi düşüncelerimden yine kendime kaçıyorum, içime kaçıyorum.

Birilerini tanıdım bazı zaman dilimlerinde. Hadi tanıdım, neden unutmadım? Aradan zaman geçti, gene unutmadım. Sonra yine buldum, unutmadığıma kızdım. Aslında araya zaman bile girmemiş gibi oldu. Olmadı, bana oldu gibi geldi.

Doğduğum, büyüdüğüm yerden hiç gitmeseydim bunlar gene olur muydu? Bazı şehirler tanıdım çünkü. Önce anlamadım insanları. Sonra da ne yaparsam yapayım anlayamayacağımı anladım. Daha kendimi bile anlamazken... Azınlıkla güldüm, eğlendim; çoğunlukla gülüyor, eğleniyor gibi yaptım. Kısmen de astım suratımı, oturdum aşağı. İşte o zaman da fark ettim ki kimsenin umrunda değil! Ondan sonra kadim dostlarıma kesin dönüş yaptım: kitaplarıma. Kitaplar okudum. Kendimi aradım içlerinde. Onlar benim kendime bile söyleyemediklerimi bana tokat atar gibi söylediler. Ben de sustum o zaman. Sanki benden başka birisi daha bilse bütün büyü bozulacakmış gibi. Sustum. Artık içimden gelerek konuştuğum nadirdi. Okudukça kafamın içindeki dünya büyüdü, dışarıdaki küçüldü. Okudukça insanlardan sıkılmaya başladım. Her yerdelerdi. Hiçbirisi benim gibi değildi. Meğersem hiçbir zaman hiçbirisi benim gibi değilmiş. Yeni anladım. Anlamaya başladım. Kaçmaya devam ettim. Kaçışımın da en nihayetinde bir kaçıştan çok arayış olduğunu fark ettim sonra. Kendimi ikna etmem uzun zamanımı aldı. Direndim çünkü önce. Bugüne kadar gelişinin azımsanmayacak bir kısmını inadına borçlu birisi olarak direndim, direndim. Baktım olacak gibi değil, tamam dedim; kaçmıyorum, arıyorum. Bu sefer yolculuk daha çetrefilli bir hal aldı. Ne aradığımı bilmiyordum! İçimdeki ses biliyordu, duymak istemedim. Bir insanın iç sesi hep mi duymak istemediklerini söyler? Dinlemedim önce. Hala dinlemiyorum. Bir boşluktayım. Boşluğun içinde bir salıncağa oturmuş sallanıyorum. Ara sıra tutabileceğim eller belirir gibi oluyor. Elimi uzatamıyorum! Tutamıyorum!

Boşluğun ortasında, bir salıncağa oturmuş, bir ileri bir geri, sallanıyorum. Zaman geçiyor.

İşte sevgili blog sakinleri, Coşkuyla Ölmek de tıpkı böyle, vicdan azabı gibi bir kitap. Siz siz olun, uzak durun ya da bir an önce okuyun.
 

20 Eylül 2014 Cumartesi

Sabahattin Ali - Canım Aliye, Ruhum Filiz

"Doğrusu, dünyada rahat yaşamak için aptal olmak lazım."

Sabahattin Ali'nin nişanlılık ve evlilik dönemlerinde eşi Aliye Ali'ye (ve yer yer kızı Filiz Ali'ye) yazdığı mektuplardan oluşan bir kitap Canım Aliye, Ruhum Filiz. Kapağı çok güzel, aile olarak birbirlerine çok yakışıyorlar bence. Ancak ne yazık ki çekirdek aile olarak pek bir arada olamamışlar. Araya hep mesafeler girmiş. Gerçi öyle olmasa elimizde mektuplardan oluşan bir kitap da olmazdı. Keşke olmasaymış açıkçası, beraber yaşayabilseymişler sürekli. Özellikle de Sabahattin Ali'nin genç denecek bir yaşta aramızdan ayrıldığını düşününce insan hayıflanmadan edemiyor.

Elimizde metuplardan oluşan bir kitap olduğu için eleştirmek pek doğru değil. Aslında bana sorarsanız bu şekilde kitapların basımı da yanlış. Kime ne arkadaş? İnsanların özeli o. Ha, bunu söyleyip bir yandan da kitabı yine okudum mu? Evet, okudum. Ancak yine de bence mektuplar bu şekilde yayılmamalı. Yazar dediğin isterse oturur, mektuplardan oluşan bir kitap yazar zaten. Susanna Tamaro'nun Yüreğinin Götürdüğü Yere Git'i öyleydi yanlış hatırlamıyorsam.

Kitabı eleştiremeyeceğim demek söyleyecek birkaç sözüm yok demek değil tabii ki. Okurken bir iki not almıştım. Onlardan bahsedeceğim biraz. Maksat yazı çok kısa olmasın. Fırsatını bulmuşken konuşmalıyım. Anında susmak yapıma ters.

"Bir gün evvel sana kavuşmak arzusuyla içim tutuşmaktadır ve herkesi tesiri altına alan bir sürü manasız anane ve merasime tabi olmakta bence mana yoktur. İki insanın hayatlarını birleştirmesinde en ehemmiyetli nokta, birbirlerini sevme ve hüsnüniyet sahibi olmalarıdır."

Sabahattin Ali bile olsan milletin dırdırından çekiyorsun arkadaş. Nişanlılık dönemlerinde araya nifak katanlar mı demeli, trip atan akrabalar mı demeli, oluyor yani. Sanırım ikincisi daha doğru. Sanki iki insan evlenmeyecek birbiriyle, herkes birbiriyle evlenecek. Ama tabii ki gelenek göreneğimizde göre iki kişinin evlenmesi saçmalığın daniskası! Aileler evlenecek! Teyzenin eşinin üçüncü kuşaktan kuzeni dahi memnun edilmeli. Kuzen önemli. Lütfen, bunlara dikkat edelim.

Dikkatimi çeken bir nokta şu oldu. Sabahattin Ali Almanca, daha doğrusu Latin Alfabesi bilen birisi. Buna rağmen eşine yazdığı mektupların tamamı Arap Alfabesi ile yazılmış (kitabın baskısında mektupların orijinallerinin çıktıları da var). Harf Devrimi'nin 1 Kasım 1928'de yapıldığını düşünürsek 1940'lı yıllarda Sabahattin Ali'nin Arap Alfabesi kullanması bana ilginç geldi. Tabii ki bunda bir sürü faktör olabilir. Aliye Hanım'ın Latin Alfabesi'ni bilip bilmediğinden haberim yok. O olabilir. Açıkçası başka da bir şey gelmiyor aklıma. Çünkü kızı Filiz Ali'ye yazdığı ufak mektup veya notlarda da istisnasız Latin Alfabesi kullanmış.

SeGe'nin Goodreads'teki yorumunda belirttiği gibi ilk dönemlerinde sürekli sevgi ön plandayken zaman ilerledikçe geçim sıkıntısı asıl konu halini alıyor. Tüm bunlara rağmen eşine (ve kızına) olan sevgisini belirtmeden, onları öpücüğe boğmadan biten tek bir mektubu yok. Mükemmel!

Her ne kadar mektupları inceliyor olsak da ki bu Sabahattin Ali'nün günlük konuşma diline en yakın metin demek oluyor benim gözümde, altı çizilecek bir sürü yer var. İnsanda edebi kişilik olmayagörsün, hayatı bambaşka görüyor demek ki.

Yazıya yine Sabahattin Ali'nin sözleriyle son vermek istiyorum. Hazır mektuplarında kitap okuma ile alakalı bir yer gözüme çarpmışken paylaşmadan edemem takdir edersiniz ki. Hadi beni geçin, bari Sabahattin Ali'ye kulak verin diyorum. Hoşça kalın.

"Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku... Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. İnsan muhitin bayağı, manasız, soğuk tesirlerinden kurtulmak istediği zaman yalnız okumak fayda verir. Bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş olmuştu. Fakat bu yetmiyor. Şiirlerimde de gördün ki kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmal edeceksin."
 

18 Eylül 2014 Perşembe

Fyodor M. Dostoyevski - Öteki

Dostoyevski'nin erken dönem çalışmalarından bir kitap Öteki. Hatta yanılmıyorsam İnsancıklar'dan sonraki ikinci roman niteliğindeki eseri. 1846'da yapmış ilk baskısını. Künyesini böyle detaylı vererek başlıyorum; çünkü benim anladığım kadarıyla Dostoyevski edebiyatta nasıl bir yeri olacağını bu kitap ile belirtmiş daha kariyerinin başında.

Almancada doppelgänger diye bir kelime var. Türkçede birebir karşılığı çift yürüyen gibi bir şey oluyormuş sanırım. (Benim Almanca bilen arkadaşlarım da var yeeaaa. Teşekkürler Deniz. (: ) Ama anlamamız gereken bireyin bir tür alter egosu. Evet, anlamamız gereken bu. Ne biçim oldu, di mi? O zaman şöyle diyelim, hayatınızın belli bir döneminde bir şeyin ters gitmesi sonucu şu anda kim olurdunuz? Hah işte, gene olmadı ama idare edin. Ben o kadar anlatabiliyorum.

Ben bu terimle ilk kez Buffy the Vampire Slayer'ın 3. sezon 16. bölümü olan Doppelgangland ile tanışmıştım ki o bölüm de gerçekten acayip iyi bir bölümdür. Joss Whedon'a buradan saygılarımı ve sevgilerimi gönderiyorum. Bu arada aynı yazı içinde daha şimdiden Dostoyevski, Almanca, Joss Whedon falan kullandım. Hiç böyle hayal etmemiştim başlarken. Kısmet...

Efendim, şimdi bizim bu kitaptaki ana karakterimiz olan Yakov Petroviç Goladkin üzerinden Dostoyevski de esasen bize bir çeşit çift kişilikli karakteri anlatmış. Kariyerinin başında kendini belli etmiş dememin sebebi de bu konunun büyük oranda psikolojik oluşu. Petroviç amcamız zamanla kendinden memnuniyetsizliğinden olsa gerek kendine rakip olarak gördüğü bir 'kendisi' daha oluşturuyor ve tabiri caizse hayatı kendisine zindan ediyor.

Aslında şu anda piyasada bu konuyu temel alan bir sürü film, kitap vs. var. Gidip de bunu okuyun diyemem kimseye. Ancak prensip meselesi olarak yazıldığı dönemden bakıyorum ben ve gördüğüm kadarıyla öyle herkesin cesaret edebileceği bir tür değil. Çünkü kimsenin konuyla ilgili detaylı bir bilgisi yok. Yani psikolojik olarak da çok çok anlaşılmış bir konu değil bu alter ego. O yüzden bence yine de güzel bir kitap Öteki. Yine de diyorum; çünkü Dostoyevski de ilerleyen zamanlarında bu kitabını beğenmediğini belirtmiş.

Takıntılı olduğum için belirtmem gerekir ki ben kitabı Varlık Yayınları baskısından okumayı tercih ettim; çünkü bu baskıyı Nihal Yalaza Taluy çevirmiş. Bana sorarsanız bir kitabı, özellikle bir Dostoyevski kitabını Nihal Yalaza Taluy çevirmişse ondan okuyun. Tabii ki kendisinin benim onayıma ihtiyacı yok; ancak mükemmel bir çevirmen kendisi. Okurken  hiç yabancılık çekmedim, adeta Türkçe yazılmış.

Her Rus kitabında olduğu gibi bu kitapta da isimleri epeyce karıştırdım. Biliyorsunuz, Rus arkadaşlarımızın üç isim prensibi var. Ama mesele o değil, herkes sabit bir kelimeyle hitap etse eyvallah. Kimi Yakov Petroviç diyor, kimi Goladkin, Petruşka falan diyen de var. E, bu kitapta bir tane karakter yok ki. On karakter olsa feleğim şaşıyor bu isim karışıklıkları yüzünden. Heyhat, Rus Edebiyatı'nı bir başka seviyorum. İnsanı temel alıyor çünkü. Kafamı yoruyor, düşündürüyor. Öyle hemen okuyayım da bitsin diyebildiğim bir eser çıkmadı henüz karşıma. Duyan da en aşağı bin tane falan okumuşum sanacak. Sanmasın.

Bu arada bu kitabı okuma serüvenim de biraz değişik oldu. Zevzeklik yapasım olduğu için ondan da bahsedeyim biraz. Kitabı açtım, başladım. Gel zaman git zaman son on sayfam kalmışken bir de ne göreyim, son on sayfanın sekizi çıkmamış! Böyle bir hayal kırıklığı olamaz. Bir daha kitabı geri gönder de, gelsin de, kaldığın yerden devam et de ooohoooo... Neyse ki Kitapyurdu hızlıca halletti işlemleri. Ama araya hafta sonu girdiği için yine de üç beş günlük bir zaman geçti.

Hımm, şimdi bakınca biraz tırt bir anı gibi geldi. Boş sayfayla ilk karşılaştığımda çok daha ciddi gelmişti. Anlatınca olmadı.

Benden bu seferlik de bu kadar olsun madem. Herkese selamlar, saygılar... Hoşça kalın.
 

14 Eylül 2014 Pazar

Orhan Kemal - Eskici ve Oğulları

Efendiiiim, yine çok beğendiğim bir kitap ile huzurlarınızdayım.

Edebi kariyerinin başlarında şiir yazmayı deneyen ama hapishane arkadaşı Nazım Hikmet'in yönlendirmesiyle düzyazıya geçiş yapan, bunu yapmakla da bizlere edebiyatımızın belli ki en güzel eserlerini veren yazarlardan birisi konumuna gelen Orhan Kemal'in okuduğum ilk kitabı oldu Eskici ve Oğulları.

Adana Çukurova yöresinde, bundan elli altmış sene öncesinde geçiyor romandaki olaylar. Bu neden önemli ya da neden benim umrumda? Çünkü yakın tarih çok ilgimi çekiyor. Bu kadar yakın olduğu halde neredeyse hiç bilmemem zoruma gidiyor. Bu diyardan göçmüş gitmiş o insanları anlamanın en etkin yollarından birisi, belki de en etkini kitaplar, yazılı belgeler. Bu yüzden arka planda yakın tarihimize ve dönemin şartlarına odaklanırken önyüzde de bir aileyi ve bu ailenin ilişkilerini anlatan bu tip kitaplar benim için çok kıymetli.

Tabii bunu vaadeden her kitap bu kadar başarılı değil. Herkes farklı kitaplardan farklı tatlar alıyor muhakkak. Ben de Eskici ve Oğulları'ndan acayip keyif aldım. 1990 yılında filmi de çekilmiş, okuduktan sonra öğrendim. Bilmiyordum hiç. Bulabilirsem onu da izleyeceğim. Beğeniyle bahsediliyor zira filmden.

Orhan Kemal'in anlatım tarzını çok sevdiğimi söylemem lazım. Sadece bu kitabında mı böyle, yoksa genel olarak bu şekilde bir yöntem mi izliyor bilemiyorum henüz başka bir kitabını okumadığım için. Ama yazar olarak bize uçsuz bucaksız ovaları, sıcağı, sinekleri, onca sıkıntıyı anlatmak yerine karakterlerin düşünce yapısıyla anlatmış. Yani yerel ağızla sırasıyla Topal Eskici'nin kafasından geçirdiği şekilde, o cümlelerle, bol küfürlü; ardından eşinin düşünce şekliyle başka türlü; sonra oğulların derken kısacası kitaptaki tasvirlerin büyük bir kısmı karakterlerin kafalarından geçirdikleri şekliyle verilmiş. Gerçekten çok hoşuma gitti bu. Karakterlerle daha çabuk bağ kurulabiliyor böylece.

Hepsinin kafasından geçeni bilince insan kendisini biraz dert ortakları gibi de hissetmiyor değil gerçi. Yani sanki hepsi gelip sıkıntısını bana anlatıyor gibi oluyor. Halbuki ben de insanım, iki dakika rahat verin lan demek istiyorum. Diyemiyorum. Çünkü onlar da insan. Haklılar ayrıca. Temelde hepsi haklı.

Yakında 11'ine girecek olan Ayşe de haklı; ana babası, eşi ve kardeşi arasında kalan ve sağduyuyu kaybetmemeye çalışan büyük oğul da haklı; küçük Cavit de haklı; küçük oğul da haklı; ayağının tekini Trablusgarp'ta bu vatanın namusu için bırakmış Topal Eskici de haklı; kız çocuğu olduğu ve artık 16'sına geldiği için bakışları üzerinde toplayan Zeliha da haklı; hatta en çok o haklı. İşte bu ahval ve şerait içinde bütün aile harap ve bitap düşebiliyor. Okurken siz de yoruluyorsunuz. Bu yüzden siz de haklısınız, hakkınızı yemeyeyim şimdi.

Tabii böyle durumlarda işler ne yazık ki benim güzel ülkemde aile içinde kalmaz. Konu komşu ne der, elalemin ağzına sakız olmayalım stresi aile içindeki sıkıntıdan büyük. Kitapta da azımsanmayacak ölçüde var bu göndermeler. Ancak yine de kitabın sonunda Anadolu insanı olmanın nasıl bir şey olduğunu unutturmuyor bize Orhan Kemal. Peki, ne yapıyor? İşte onu kitabı okuyarak öğrenmeniz lazım. Dikkat ettim de neredeyse hiç gıcıklık yapmadan bitirecekmişim yazıyı. Klasıma ters, prensiplerime aykırı.

Bu arada kitapta en çok dikkatimi çeken durumlardan birisi karakterlerin isimlerini ya çok geç öğrenmemiz ya da hiç öğrenmememiz oldu. Varsa yoksa büyük oğlan, küçük oğlan, gelin şeklinde gidiyor isimler. Kitabın ortasında ancak iki oğlanın da ismini öğrenebildik. Gelinin isminiyse hala bilmiyorum. Adeta ismini bilip de ne yapacaksın, adamlara bir hayrın mı dokunacak demek istemiş Orhan Kemal. Haklı, dokunmayacak. Benimki de laf işte.

En nihayetinde millet, benim beğenerek okumuş olduğum bu kitabı yakın tarih Anadolusunu merak eden herkese tavsiye ederim. Geçmişi düzeltmek mümkün değil, evet; ancak bence geçmişin esprisi de bu değil. Mesele ders alıp üzerine koyabilmek. Ne yazık ki şu anda bu kitabın geçtiği dönemden daha ilerideymişiz gibi hissetmiyorum kendimi. Hatta gerisinde bile olabiliriz, özellikle insan ilişkileri konusunda. İyi olarak niteleyebileceğimiz bir başlangıç yapmak için ille de dibe vurmak zorunda mıyız? Bence değiliz. Neyse, bunlar bu yazının konuları değil. Şimdi bir başlarsam susturabilene aşk olsun.

Hepinize esenlikler diliyorum. Hoşça kalın.

SON ANDA AKLIMA GELDİ NOTU: Allah herkese bu kitaptaki gelin (adı neydi ki acaba) ve Zeynep gibi bir eş nasip etsin. Ben erkek tarafından baktım, kız tarafından bakan birisi de damat adaylarını söyleyebilir. Saygılar...

7 Eylül 2014 Pazar

Yalçın Tosun - Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler

"Sanki biliyordu bugün döneceğimi, en sevmediğim yemeği yapmış. Ben gelirim diye belki her gün kereviz pişirmiştir bu kadın, ondan beklenir."

Aslen hukukçu olan Yalçın Tosun'un 2009 yılında çıkan ilk kitabı Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler bir öykü kitabı. Öykü olması bana önemli gibi geliyor. Sanki son zamanlarda pek çıkmıyor gibi öykü. O yüzden edebiyatımız adına da güzel bir gelişme bence bu kitap. Çünkü hiç de boş bir kitap değil, hoş bir kitap. İncecik (87 sayfa) ama etkili.

Kitabın ismi çok 'ters' bir kere. Kitabın kendisine değil yalnız, belki de 'karanlık' demek daha doğru olurdu. Zaten aynı isim de bir öykü yok kitapta. Ancak okuduğunuzda anlayacaksınız ki bu isim bu kitaba mükemmel uyuyor. Çünkü kitaptaki tüm öykülerde ya bir anne ölü ya da bir baba, belki ikisi birden. Karakterlerinin içini oymuş biraz Tosun, veyahut beklemiş içlerinin oyulmasını ve o boşluklardan yola çıkıp yazmış. Bu da acayip bir hava katmış öykülere.

Çiçekli böcekli hikayelerden oluşmuyor kitap. Hepsinde bariz meseleler var ortada, insanlık halleri, onlar, bunlar, şunlar; ancak en barizi ölüm. Ölümün etrafında şekillenen hayatlar ya da ölümün şekillendirdiği hayatlar; hatta ölümün şekillendireceği hayatlar. Pasta isimli öyküyü okursanız bu son dediğimi daha net anlayabilirsiniz.

Şimdi saydım, 16 tane öykü var kitapta. 87 sayfayı göz önüne alırsak ortalama 5-6 sayfadan oluştuğunu görüyoruz her bir öykünün (mühendisliğin kullanım alanları). En son iki öykü nispeten daha uzun, 8-9 sayfa kadar.

Biraz tarzından bahsetmek istiyorum yazarın. Genel olarak birden fazla karakterin gözünden bakmayı ve onların ağzından yazmayı tercih ediyor. Altı üstü beş sayfa bir öyküde bunu denemek bana göre çok riskli. Zaten karakterleri tanımıyoruz; bir de ikisinin dilinden okuyunca bölünebilecekken öyle olmuyoruz. Yani başarılı bir şekilde idare etmiş bence bu karakter değiştirme olayını. Bu tip denemeleri hep romanlarda gördüğüm için bu kadar kısa soluklu olmaları biraz tuhaf geldi açıkçası. Romanlarda bölüm bölüm farklı karakterlerin gözünden olanı biteni takip etmek zevklidir de hem. Burada iki sayfada ne anlarsanız o. Onun için riskli dedim.

Öykülerin genelinde belirsizliği de kullanmış yazar. Ne demek bu? Mesela hiç öyle 'merhaba ben Mustafa' diye çok bariz bir başlangıç yapmıyor. Öykünün yarısı geçene kadar karakterin cinsiyetini dahi anlayamıyoruz. Bu belirsizliklerden epeyce yararlanmış. Benim için de içinde (tekrar okurken fark ettim ki burdan önceki iki kelime dahi anlamındaki de'nin ayrı yazımına çok güzel bir örnek olmuş, kendimi tebrik ediyorum) bu tip gizem ve bilinmeyenler bulunan eserleri okumak daha keyiflidir. Güzel olmuş böyle.

16 öyküden üçünü özellikle beğendim: Ölüler Uzar, Parkta ve Unutmabeni Çiçekleri. Parkta'da biraz Dostoyevski havası sezmedim değil (şu an fena sallıyor da olabilirim). Sonra Ölüler Uzar çok etkileyici. O ara paragraflarda sıralanan bıkmış usanmışlık listesi (nefret demeyi tercih etmiyorum, bence daha çok bıkmış usanmışlıktı onlar; yazar da ne olduğunu söylememiş zaten) çok iyi. Lâkin Unutmabeni Çiçekleri kitabın en son öyküsü olarak sizi mükemmel bir şekilde uğurluyor. Sanırım en beğendiğim öykü bu oldu. Burada ilk kez ikiden fazla karakterin gözünden inceliyoruz olan biteni, geçmiş yaşamları. Bu öykünün 'çocukluk arkadaşlarının kopuşu' teması olduğu için de ayrıca bir güzel yanı var. Düşündürüyor insanı bu tip ayrılıklar. Gerçi her ayrılık düşündürüyor insanı. Ayrılık kötü, ayrılıklar hoş değil.

Bana sorarsanız siz de bir pazar günü kalktığınızda yatağınızdan çıkmadan alın elinize bu kitabı ve bitirin bir an önce. Acayip keyifli oluyor. Hiç öyle yağmur yağsın da yok işte çayımı da hazırlayayım diye kasmayın. Üşenin işte yataktan çıkmaya. Kitabı okuyun. Bakın ben çay hazırlamaya dahi üşenin diyorsam kitabı beğenmişim demektir. Dikkatinizi çekmemiştir diye de açıklıyorum yani, ona göre.

Bu konuyu da açıklığa kavuşturduğumuza göre ben gideyim. Saat beş olmak üzere ve art arda dört tane basketbol maçı var izlemem gereken. Basketbol Dünya Şampiyonası ne kadar güzel bir şey, değil mi? Evet, bence de.

Hoşça kalın gençler.
 

1 Eylül 2014 Pazartesi

Oruç Aruoba - de ki işte

"Nasıl olsa öleceğimize göre,
yaşamalıyız."

Nihayet Oruç Aruoba okumalarıma devam edebildim. tümceler'den bu yana epey zaman geçmiş. İyi geldi de ki işte.

de ki işte'de de felsefe yapmaya devam ediyoruz. Kitap dört bölümden oluşuyor: Anlama-rayış, Ölüm (de), Yaşam (ki), Felsefe (işte). Anlama-rayış, mükemmel ötesi bir giriş bölümü. Her gün okusam yeter artık demem. Yazmaya hazırlanma aşamasını anlatmış dört sayfada Oruç Aruoba ama nasıl demeli, çok ince işlemiş kelimeleri. Kitabın en güzel yeri burası bana göre.

"Herşeyden önce unutmamalısın ki, yaşam zordur:
'yaşamak' ise kolaydır; sana, istemeden, verilmiştir;"

Ardından gelen üç bölümde kısa kısa, kendine has şiirimsi tarzıyla yazmış Aruoba. Felsefe kısmı yordu beni epey. Yaşam kısmı da bir yerden sonra acayip derecede tekrar ediyor gibi geldi. Yaşam kelimesini ele alarak ismin bütün hallerinde kullanarak cümleler kurmuş adeta bölüm boyunca. Bunların yerlerini değiştirip yazınca bir yerden sonra sıktı sanırım. Bendeki lükse bakar mısınız yalnız? Oruç Aruoba sıkıyo yeeaaaa diyorum resmen. Çarpılmasam bari.

Azcık daha ciddi olmam gerekirse üç bölümde de bu kendini tekrar etme havası epeyce var. Fakat bazen sayfayı çevirince öyle bir ifadeyle karşılıyor ki sizi değil altını çizmek, beyninize kazımak istiyorsunuz. Mesela bu yazının başındaki alıntıda öyle olmuştum ben. Çok çok basit yazılmış ama ne kadar etkili, değil mi Ceyms?

"Yaşam, yazarı da, sahneye koyanı da, baş oyuncusu da
sen olan; ama senin yalnızca seyircisi olduğun
bir oyundur."

tümceler'de daha çok doğaya bakıyordu Aruoba. Onun için her yazdığı farklı bir tat verebiliyordu. Belki ben de ki işte'ye başlarken o beklentiye sahiptim yine. Ondan böyle oldu. tümceler ve de ki işte ile birlikte bir üçleme oluşturan yürüme de var şu anda elimde. Onu okuyunca belki taşlar daha da oturur yerine.

Şimdi aklıma geldi, unutsam üşenirdim sonradan eklemeye. Felsefe bölümünde neredeyse her sayfanın dibinde yine Oruç Aruoba'nın verdiği açıklamalı örnekler mevcut filozoflardan. Özellikle Sokrates, Platon, Wittgenstein, Kant, Nietzsche, Hegel ve şimdi aklıma gelmeyen bir iki isim daha çok sık geçiyor. Yani sonrasında felsefeye dair kimi, neyi okusak diyen birisi için de çok önemli bir referans olma iddiası var bence bu kitabın.

"Yaşamda kimse paylaşmayacak -paylaşamayacak-
senin tutkularını : onları, hep, yaşayıp yaşayıp,
unutacaksın.

Yalnız, yaşayacaksın;
yalnız yaşayacaksın..."

Bu arada ne yalan söyleyeyim ben kitabı okumak istediğim onca zaman içinde ismini hep 'diyelim ki' anlamında bir 'de ki işte' olarak düşünmüştüm. Şimdi böyle her bölümün sonunda 'de', 'ki', 'işte' olduğunu görünce kitabın ismini söylerken dümdüz de ki işte diyemiyorum. Adeta virgül koyuyorum araya. Beynimin ayarlarıyla oynadı Oruç Aruoba. Bu da böyle bir anımdır efem.

Bu gereksiz bilgiyi de verdiğime göre gönül rahatlığıyla kabuğuma çekilebilirim. Kendinize has bakınız efem. Lütfen.

28 Ağustos 2014 Perşembe

Şule Gürbüz - Kambur

"Bir günü daha bitirmenin sevincini, yarına başlıyor olmam yarıda bırakıyor."

92 sayfada dayak yemek isteyenleri böyle alalım. Aslında 92 de sayılmaz, boşlukları çıkarırsak aşağı yukarı 50 sayfa diyebiliriz.

Şule Gürbüz, '74 doğumlu bir yazar. İlk kitabı Kambur 1992 yılında İletişim Yayınları baskısı ile çıkmış. 18 yaşındayken yani daha, evet. Bu kısma özellikle vurgu yapmak istedim. Çünkü kitabı okuduktan sonra birisi bana sorsa bunu kaç yaşındayken yazmıştır diye, en az 25 derdim. Bence aradaki 7 sene büyük bir fark. (Bu arada kendime de yine fena giydirdim sanki.)

"Daha söylerken, içinizdeki ses ile dış sesinizin ne denli farklı olduğunu hisseder, ve BEN SÖYLEYEMEDİKLERİMİM, dersiniz."

Gürbüz'ün kurduğu cümleler 18 yaşında birisi için ağır cümleler, çok karanlık cümleler. Altı üstü bir saatte bitirilebilecek bir kitap yazmış ama çok etkili laflar etmiş. Kitabın herhangi bir sayfasını açınca 'vay arkadaş' dedirtecek bir metinle karşılaşmak çok olası. Bunda kitabın genelde kısa kısa paragraflar halinde yazılmış olmasının da etkisi büyük gerçi.

Kambur, esasen baş karakterimiz. Hayata nefretle bakan birisi olarak düşünebiliriz. Kolay değil. Yaşı konusunda, hatta genel olarak kitapta geçen zaman dilimi konusunda da net bir şey söylemek pek mümkün değil. Zaten önemli de değil. Önemli olan bir kamburun ağzından o lafları duymak. Zehir zemberek konuşuyor olabilir; kaldı ki öyle konuşmuyor olsa kitap bu kadar övgü almazdı. İnsan okudukça devam etmek ve yeni ifadeler görmek istiyor. Çünkü o karanlık mı demeli, soğuk mu; insanı çekiyor. Çeker yani. Beni çekiyor mesela.

"Tavsiye ettiği kitapları kimse okumuyordu ki, o da sonlarını öğrensin."

Daha uzun uzadıya anlatabileceğim bir eser değil ne yazık ki Kambur. Ha, evet, onu diyecektim. İlk kitap olmanın acemiliğine mi gelmiş bilmiyorum ama bence bu Kambur karakteri çok daha uzun bir kitabın, bir romanın mesela baş karakteri olmalıydı. Kitap şu haliyle roman için kısa, öykü için uzun; 'novella' denen bir sınıf var, ha işte, tam ondan.

Ama düşününce şöyle bir mekan, zaman ve karakterler belli olsa ve güzel bir kurguyla yazılmış olsa nasıl bir kitap olurdu diye... Cümleyi düzgün kuramadım yine. İşte öyle düşününce çok çok daha edebiyatımızda yer edecek bir kitap olurdu diyebilirim gönül rahatlığıyla. Okurken bana Küçük Ağa'daki Çolak Salih'i anımsatmadı değil Kambur. Hani sorsanız alakaları dahi yok aslında ama o şekilde bir kitapta kendine yer bulsaymış Kambur, olaaylaar olaaylar diyorum.

"Tanımakla görevlendirildiğim kişi ben miyim?"

Efendim, uzatmayayım daha, uzun lafın kısası bu kitabı edinin bir yerlerden ve bir güzel silkelesin sizi. Ara sıra silkelenmek lazım. Overlok makinesi gibi hizmeti ayağınıza getiriyor Şule Gürbüz. Daha ne duruyorsunuz?

Bu arada burada yazdığım her kitabı sanki aşırı öneriyormuşum gibi bir izlenim edindim ama onun sebebi var. Seçerek okuyorum. Daha başlamadan okumam gerektiğini düşündüğüm kitapları seçiyorum ve büyük oranda tutturuyorum ya da özellikle zevklerine güvendiğim kişilerden öneri alıyorum. İşte bunlar hep ondan. Hem okumaktan zarar gelmiyor. Okuyalım, okutalım o yüzden. Nice kitaplara...

Hoşça kalın.

26 Ağustos 2014 Salı

Turgut Uyar - Büyük Saat

"Herkesin bir umudu vardır.
Bir savaşı, bir kaybedişi,
Bir acısı, bir yalnızlığı
Bir hüznü...

Çünkü herkesin bir gideni vardır,
İçinden bir türlü uğurlayamadığı."

Büyük Saat'i de devirdim. Ne zormuş Turgut Uyar okumak, ne zormuş yalnızlık, ne zormuş sevmek...

Şiir okumak genel olarak zor bir iş gerçi. Ama bazı şairler kolay okunabiliyor yine de ve Turgut Uyar onlardan birisi değil. Sanki insanın bir şeylerden nasibini almış olması lazım anlamak için. Yalnızlık, aşk, özlem, o, bu, şu... Ha, şimdi diyeceksiniz ki onları çekmeyen mi var? Ne bileyim? Onu da mı bağa soruyonuz?!

Yakın tarih edebiyatımızdan üç şair hedefim vardı bir an önce okumak istediğim: Cemal Süreya, Edip Cansever ve Turgut Uyar. Böylelikle üçünün de tüm şiirlerini okumuş oldum. Üçü de birbirine benzer aslında ama üçünün de farklı birer boyutları var adeta.

Mesela Cemal Süreya daha edebiyatçı. Her türde yazmış neredeyse. Turgut Uyar, Cemal Süreya'nın şiir alanında bir derece yukarısında bana göre. Daha yoğun ve zor. Edip Cansever'i nereye koyacağımı bilemedim. O hepsinden 'fazla'. Yani Cemal Süreya'nın da dediği gibi 'fazla şiirden öldü Edip Cansever'.

En nihayetinde bana en çok hitap edenin yine Edip Cansever olduğunu söylemem lazım. Onda başka bir şey var. Anlatamıyorum ama onun kafasının içi sanki çok çok daha başka.

Tabii bu üç ismi bir tutmamın sebebi İkinci Yeni akımının başında gelen isimlerden olmaları. Yani gidip de Edgar Allan Poe ile, Mehmet Akif Ersoy ile karşılaştırmıyorum o yüzden.

Tarz olarak bakarsam da İkinci Yeni akımına dahil çoğu şairdeki gibi bir gidişat söz konusu gibi geldi bana. Bu ne demek? 1940'ların sonundan itibaren ilk on yılki şiirlerinde bir düzen var. Kafiyeli, redifli şiirler çok sık. Sonra sonra akımın da getirdiği şekilde şiirler uzamaya veya kısalmaya başlarken dizeler karmaşıklaşıyor. Kimi dizeler upuzun, kimisi tek kelime; kimi dizeler bayağı bildiğimiz diyalog iken kimisi paragraf gibi... Yine buna benzer şekilde ilerleyen yıllarla beraber noktalama işaretlerinin de şiirlerden çok büyük oranda kalktığını görüyoruz.

Bu iyi mi, kötü mü? İkisi de değil bana göre; fakat zor. Okumayı ve anlamayı çok zorlaştırıyor. İnsan adeta kekeliyor bazen. Üst satır bunun devamı mı, yoksa bu alttakinin başı mı ya da bununla beraber kaç dize bütünlük arz ediyor gibi telaşlardan bahsediyorum. Bence en mantıklısı şiirleri en az ikişer kez okumak o yüzden. İlkinde vurguları öğrenip ikincisinde (belki daha sonrakilerde) ağız tadıyla şiiri okumak lazım. İnanın tadı bambaşka oluyor.

Göğe Bakma Durağı, Eski Kırık Bardaklar, Sular Karardığında Yekta'nın Mezmurudur, Ölü Yıkayıcılar, Açıklamalar, tabii ki Büyük Saat, Malatyalı Abdo İçin Bir Konuşma, düzenbozan'a, gemi, gemi, Acının Tarihi, Bir Süreğen İlkbahar, Sibernetik, Acıyor, Sulardan Ürkü, Size Olmayan ve daha bir sürü birbirinden güzel şiire imza atmış Turgut Uyar.

Bu arada YKY'nin bu baskısı, Turgut Uyar'ın tüm şiirlerini içeriyor. Kitap 724 sayfa. Demek istediğim şiirleri tek tek yazmakla olacak gibi değil. Belirli yerlerini işaretlediğim çok fazla sayıda şiir var. Bu da Turgut Uyar okurken sık sık yaptığım bir şey oldu. Şiirin kendisinden çok tek bir dizesini işaretlediğim çok oldu mesela. Durup durup on ikiden vurmak gibi bir şey diyeyim, siz anlayın.

Bir şiir kitabını okuyup bitirmek, kurgu bir eseri bitirmek gibi değil. Sürekli yeniden yeniden okunmak istiyor şiirler. Çok güzel bir özellik bence bu. Sıkmıyor, bilakis her seferinde yeni heyecanlar ve anlamlarla geliyor. Onun için evet, şiir okumak belki zor; ancak kesinlikle değer.

Bunları da söyledikten sonra yazıma koca kitapta en çok beğendiğim alıntı ile son vermek istiyorum. Sanırım böyle dizeler yazabildikleri için Turgut Uyar gibiler usta oluyorlar. Önünde saygıyla eğiliyorum ve müsaade ederse uzanıp yanaklarından bir de ben öpmek istiyorum. Hoşça kalın.

"Düşünüyorum da biz, büyüyerek çocukluk etmişiz."