29 Mayıs 2015 Cuma

Konuşmadan Konuşmak

Marina Abramović'i duydunuz mu daha önce? Ulay'ı ya da? Ben ikisini de duymamıştım. İkisini de bugün tanıdım ilk kez. Tek kelime bile etmediler ama beni mahvettiler. Yani anladığım kadarıyla izleyen herkesi mahvetmişler.

Yazacak ya da söyleyecek çok bir şeyim yok. Sadece unutmayayım, ara sıra gözüme çarpsın bir şekilde diye buraya bir not düşeyim istedim.

Alttaki vidyoyu izleyin. Sonra bunu bi' okuyun (yazanın eline sağlık bu arada). Sonra vidyoyu bi' daha izleyin.

21 yıl... Aklım almıyor.


23 Mayıs 2015 Cumartesi

Nazan Bekiroğlu - Yûsuf ile Züleyha

"bir kalp kuyuya düşerse kalp daralmaz kuyu daralır"

Hakkında yazmanın zor olduğu bir kitap. Lâ: Sonsuzluk Hecesi'nde Hz. Adem ile Havva ekseninde derinlere dalmıştım Nazan Bekiroğlu ile daha önce. Üniversite iki olması lazım, yani beş sene öncesi eder aşağı yukarı. Şimdi de Yusuf ile Züleyha diyerek görünenin ötesine başka bir yolculuğa çıkardı beni.

Yusuf ile Züleyha, Leyla ile Mecnun, Aslı ile Kerem, Ferhat ile Şirin... Hepsi ilk başta herkese aynı kavramı çağrıştırıyor olsa gerek: aşk. Aşk ya, üç harfe sığan ama başka hiçbir şeye sığmayan aşk. Üç harfin yan yana gelerek yazdığını bütün bir insanlık tarihi anlatamadı yüzyıllardır. Az ama öz denen bu olsa gerek.

Kitap diyorduk. Sadece Yusuf'u, Züleyha'yı, Yakub'u, aşkı anlatan bir kitap değil bu. Kurda, karacaya, Firavn'a, kuyuya, aynaya, rüzgara söz hakkı veren, onların da sesi olan bir kitap. Ama acı bir kitap. Çünkü aşkı anlatmıyor. Kaldı ki sadece onu anlatsaydı da bence yeterince acı olurdu. Ama yok işte, sınavı, sınavları anlatmış yazıcı. Nazan Bekiroğlu kitaplarında kendisinden yazıcı olarak bahsetmeyi çok seviyor. Ne de güzel ediyor.

Sınava, sabretmeye, duaya, rüyaya, ruha ve yine sınava dair bir kitap Yusuf ile Züleyha. 'kalbin üzerinde titreyen hüzün' Yusuf ile Züleyha. Bir güneş, bir ay, on bir yıldız ve en son gelen mavi ışık Yusuf ile Züleyha. Önce kör kuyuda ve esarette, sonra yıllarca zindanda kalmanın; yani ki güzelliğin sınavı Yusuf ile Züleyha. Bir babadan bir evlat çalınması, öyle ki çalanın da evlat olması, yüreğin yangını, gözün yaşı Yusuf ile Züleyha. En ağır ihanetin en çok sevilene edilmesi, sonra çilesi Yusuf ile Züleyha. Şimdi Yakub olmak mı zor, Yusuf olmak mı, Züleyha olmak mı; yoksa Yusuf'a kardeş olmak mı?

Ben susayım, alıntılar konuşsun biraz da. Kalın sağlıcakla.
  • Oysa sevmek, en fazla, neyi sevdiğini fark etmek demektir ve seven biraz da neyi sevdiğini bilendir.
  • Şaşılacak kadar eksik kalmayacak mı yine de, bitti zannedilen hikâye?
  • Her kötülük bir mantıkla başlardı nasılsa.
  • Ama sabır acıya mani değildi.
  • Acının içinden geçiyorken, ve acı içimden geçiyorken nasıl hâlâ bu aynalarda kalabilirim? Nasıl hâlâ kendim olarak bu sûrette görünen ben olabilirim?
  • Benim olmayan bu hayata tahammülüm güçsüzlüğüm, benim olmayan bir hayata tahammül edecek kadar da güçlüyüm.
  • Değil mi ki zora tahammül kolay, güzele tahammül zor haddi zatında.

17 Mayıs 2015 Pazar

Samed Behrengi - Küçük Kara Balık

"... bir nedeni olmadan mutlu olmak da istemiyorum..."

Küçük bir balık için iddialı bir laf. Dürüst olmak gerekirse kitabı çok beğendim diyemeyeceğim. Kişisel gelişim hala bana göre değil, başka bir deyişle hala kişisel gelişemiyorum. Aslında bu kitapla paralel düşünceleri yansıtan ve yine hemen bitecek bir kitap geçen yaz okumuştum: Martı. O daha sağlamdı sanki. Ama tabii şu da var ki Küçük Kara Balık çocuklara daha yakın ve çocuklarca daha anlaşılabilir. Bu sadeliği ve anlaşılabilirliği çok önemli.

Yine on beş yirmi dakikada okunacak bir kitap seçmişim yalnız kendime. Kaçamak oynamaya devam. Hadi bakalım, nereye kadar devam ettirebileceğim göreceğiz. Uff, şu anda öyle bir kendime giydiresim var ki ama işte ortam, yok lan, ortam da çok müsait aslında ama, işte, fakat, lakin, ancak, yoksa, acaba, belki, sanki, gibi, yalnız, galiba...

Kitabı çok çok beğenmemiş olabilirim; ancak bu, Samed Behrengi'ye saygı duymadığım anlamına gelmez. Çok genç yaşta (29) ardında birden fazla güzel eser bırakarak göçmüş bu diyardan. Bari düzgün eğitimciler erken yaşta ölmese. Ne bileyim, zoruma gidiyor. Bu hayat zor ya da kolay değil de tuhaf geliyor bana. Tuhaf... Espriyi hala anlamamışsam demek ki...

Ergen ergen üç noktalı cümlelerimi de yazdığıma ve kitaptan da hiç bahsetmediğim bir kitap yazısı yazıyor olduğuma göre en azından kitabı okuyabileceğiniz bir link önerebilirim diye düşünüyorum. Burada tamamı var kitabın.

Sonra? Sonrası işte canınızın sağlığı. Sağlık önemli. Akıl sağlığı mı, beden sağlığı mı mesela? Bana sorsanız hiç düşünmeden akıl sağlığı derim. Çünkü düşünürsem bocalarım. Neyse, Küçük Kara Balık'tan Küçük Kara Zihin'e dökmeyeyim işi.

Tuhaf... Yine istediğim gibi bir yazı yazamadım. Çok tuhaf...

10 Mayıs 2015 Pazar

Oruç Aruoba - Zilif

"İnsan olan insan pek az - bunu anladın bunca yıl sonra; bir de şunu: İnsan insan oldu mu, acı çeker."

de ki işte'yi okuduktan sonra weltschmerz bahsetmişti Zilif'i de okuyun muhakkak diye. Bu vakte kısmetmiş. Keşke daha önce okusaymışım dedim. Ufacık (30 sayfacık) bir kitap gerçekten de. Ama sadece görünüşte... İçerik olarak burada günlerce anlatabileceğim doluluğa sahip.

Oruç Aruoba'nın, kızı Filiz'e yıllar sonra okuması için yazdığı bir mektup esasen bu metin. Yıllar sonra babasını 'tanıması' için yazılmış. Yani ne desem bilemiyorum. Çok etkileyici gerçekten. Miniminnacık da bir eser. Tamamını buraya yazasım var; ancak takdir edersiniz ki bunu yapmayacağım.

Ne yapacağım peki? BU KİTABI OKUYUN diye bas bas bağırdıktan sonra yukarıda paylaşmış olduğum alıntının doğruluğundan bahsedeceğim. Evet arkadaşlar, gerçekten de insan olmak acı çekmekle mümkün, müsemma, artık adına ne derseniz. Leyla ile Mecnun'un bir bölümünde de vardı, acı çekmeden mutlu olamazsın diyordu Ak Sakallı Dede. Mutluluk şart mı? Hayatta hiçbir şey şart değil. Bundan daha çok emin olduğum bir şey varsa o da hayatta hiçbir şeyin kesin olmadığı.

"-Sana şimdi o kadar çok şey söylemek istiyorum ki, hiçbirini doğru-dürüst söyleyemiyorum..." dedikten sonra ilerleyen sayfalarda da şöyle devam ediyor Oruç Aruoba: "Sana anlatmağa çalışacağım - umarım anlarsın; çünkü bu anlatacağımı anlayabileceğinden pek emin değilim -, çünkü, belki ben de tam olarak anlamamışımdır ve anlatamıyorumdur..."

Ne kadar doğru bir ifade, değil mi? Yazarların ve şairlerin imrendiğim kısmı bu işte. Hepimizin bildiği ve söylemek istediği; ancak düzgün bir şekilde kelimelere ya da söze dökemediğimiz ne varsa çok basitçe söyleyebiliyorlar. Basit oluşu canımı sıkıyor. Hayatta en çok basit gerçeklerden çektim. Yani bazı şeyler o kadar basit ki gerçekliğinin yanında basitliği de yaktı canımı. Halbuki karmaşık olmalıydı. O kadar karmaşık olmalıydı ki ben anlamamalıydım. Böylece suçu karmaşıklığa atabilecektim. Olmadı.

Basitliği ve gerçekliğiyle can yakan bir alıntı ile de bu yazıyı sonlandırmak isterim. Nasıl istiyorsanız öyle kalın:

"-Dünya ne ise oydu; ben de ne isem o oldum - uyuşamadık. Hepsi bu."

7 Mayıs 2015 Perşembe

Ferhan Şensoy - Kazancı Yokuşu

YA NEDEN BÖYLE OLUYOR?!

Gülerim, eğlenirim diye elime bir Ferhan Şensoy kitabı alayım dedim. Çünkü neden? Çünkü kaybettiğim dehlizlerde (dehliz, evet) kendimi bulmaya çalışıyorum. Tünelin ucu(içiniz fesatsa çoktan tamamladınız bile cümleyi)nda bir ışık olduğunu görebiliyorum ama ardımdan tutup çeken onca şey var ki adım atamıyorum.

Mustafa, dur! Bu bir kitap yazısı. Efendim, kitap çok güzel. Mahallelinin ağzından yazılmış ve bir karakterden diğerine geçen kurgusuyla acayip hızlı okunabilen bir yapısı var. İnsan gülmüyor mu okurken? Tabii ki gülüyor. Ama ben biraz siyasi cahil bir insan olduğum için tarihte Kazancı Yokuşu'nun yeri ve önemine dair hiçbir bilgim olmadan aldım elime bu kitabı. Yani? Yanisi sonunda patladım. Çok fena patladım hem de. Neşelenirim ya, Ferhan Şensoy bu, boru mu diye başlamıştım. Bitirdiğimde bir iki adım da geri gittim. Artık nasıl bir finali var düşünün.

Tabii bunda harici etkenlerin de önemi büyük. Ne gibi mesela? Ben bu kitabı hastanede kontrolümün olduğu günlerden birinde (yani dün) bitirdim. Hahaa, işe bak, doktor ne diyecek acaba, o konu bu konu şu konu meseleler onlar bunlar şunlar bir sürü düşünce fikir falan filan feşmekan arasında kitap bi bitti, ben mal gibi kaldım. Kontrolden sonra dışarı çıktım (çıkarıldım), güneşin altında babamın rapor almasını bekliyorum. Bu arada evet, 6 Mayıs 2015'te İstanbul'da çok güzel bir hava vardı. Tarihe not düşülsün.

Neyse, ambulansın biri yanaştı. İçinden bir sedye indirilecek. Yaşlı bir teyzemiz var sedyede. Şimdi, soru: bir insan sedyede ise bu ne anlama gelir? Cevaplarınız sizde kalsın. Görevli arkadaşlar sedyeyi indirirken (kimseyi suçlamak, aşağılamak için söylemiyorum) sedyeyi düşürdüler. İçindeki teyze durur mu, o da düştü. Bakın, yazınca ne kadar basit oldu, değil mi? Offf, lan o sedyeyi neden düşürdünüz? Neden benim gözümün önünde düşürdünüz? Lan o kadını neden düşürdünüz? Niye daha dikkatli olmadınız lan, niye? Binlerce parçaya bölünmüş ruhumu neden daha çok parçaladınız? Ve Allah'ım, ben neden bir şey yapamaz konumdaydım? Bazı sınavların konusunda seninle uzun uzun konuşacağız, biliyorum. Ah ulan ya, neden daha dikkatli olmadınız? Çekmeyince bilinmiyor, ondan, değil mi? E, ben size nasıl anlatayım ki şimdi ha, nasıl anlatayım? Kelimeler sadece istedikleri anlamlara geliyorlar. Ya gelmedikleri? LAN NASIL ANLATAYIM?!

Özetle güzel insanlar, ben, bugün (de) edemediğim küfürlerin toplamı kadarım. Dün de öyleydim, bugün de öyleyim. Yarınlardan ne bekleyebilirim? Ben kimim? Burada ne işim var? Daha ne kadar maske takabilirim? Takmalı mıyım? Ve sen, hayat, hayatım, zor olmayınca sınav olmuyor diye mi böylesin? Hiçbir sınavda boş kağıt verecek cesarete sahip ol(a)madığım için mi böylesin? Öyle ol bakalım. Ben o çölü de geçeceğim.