26 Haziran 2015 Cuma

Fyodor M. Dostoyevski - Netoçka Nezvanova

"Zaman zaman öyle sıkıntı basıyor ki, dünyaya geldiğime bin kere pişman oluyorum."

İsmi güzel, kendi bahtsız bir Dostoyevski eseri. Kitaptan çok kitabın yazım süreci ilgimi çekti desem yeridir. Ama önce kitaptan bahsedelim biraz.

Birinci ağızdan Netoçka Nezvanova'nın (tekerleme gibi ya, ne güzel) hayatını okuyoruz. Önce vefat eden babasından kısaca söz edip annesinden ve üvey babası Yefimov'dan bahsediyor. Yefimov çok ilginç bir karakter. Aslında ilginç değil de tam Dostoyevski karakteri. Bir derdi var ve bunu açık etmekten korkuyor. Korktuğu için de hayatını kendisine zehir ediyor. Yefimov içten içe dünyanın en iyi kemancısı olduğunu düşünen birisi; ancak eline keman alamıyor. Güvenemiyor, korkuyor çünkü beklediği kadar iyi olmadığın fark etmekten. Kendinden kaçıyor yani. Sonra ne oluyor? İçkiye vuruyor kendini. Tüm yük annenin omuzlarında. Sefalet diz boyu. Kitabın, daha doğrusu Netoçka Nezvanova'nın hayatının ilk bölümü bitiyor.

İkinci bölüm daha rahat gidiyor. İlk bölüm safi bunalımdı. Okuyorsunuz ve kitap bitiyor bir yerde. Çok bir olayı yok aslında. Ama bitişi bir final değil. Bitmemiş olduğu o kadar belli ediyor ki kendini. Eee, Dostoyevski dedikleri bu muymuş deyip atar insan kitabı yani. O derece yetersiz bir bitiş. Ama?

Ama en başta da dediğim gibi yazım süreci çok ilginç bu kitabın. 1849'da Dostoyevski bu kitabı yazarken, bu noktaya geldiğinde daha doğrusu o meşhur sürgününe gönderiliyor ve kitap kalıyor öyle. Yayınevi basıyor yine de. Ancak Dostoyevski sürgünden sonraki hayatında tekrar eline alıp bitirmiyor Netoçka'yı. Kalsın diyor öyle. Nedenini bilemiyorum. On yıl süren sürgününden dönüyor ve ı ıh diyor, kalsın. Halbuki edebiyat çevrelerince Netoçka Nezvanova'nın Dostoyevski'nin ilk romanı olduğu (olabileceği) şeklinde bir kanı var. Ama bu haliyle Dostoyevski, romanlarını sürgününden sonraki döneminde yazmış oluyor.

Bunun benim için önemi nedir? Dostoyevski'nin ikiye bölündüğünü düşündüğüm yazın hayatının ilk kısmını Netoçka Nezvanova ile bitirmiş oluyorum. İkinci döneminde artık Dostoyevski'yi, yani dünyada kime adı söylense kafalarda canlanan Dostoyevski'yi okuyacağım. Bu işi biraz fazla büyütüyorum, farkındayım. Ama edebi haz buna değer.

Bu arada, unutmadan, bu kitabı da yine Varlık Yayınları baskısı ile, yani Nihal Yalaza Taluy çevirisi ile okudum. Klasikleri okurken çeviri ölümcül olabiliyor, malum. Gerçi söz konusu Nihal Yalaza Taluy olunca gerisi hikaye. Sanırsınız ki Dostoyevski kitaplarını Türkçe yazmış; öyle bir yetenek, öyle bir başarı.

Sürgünden sonra yeni Dostoyevski ile tekrar huzurlarınızda olmak dileğiyle efendim, hoşça kalın.
  • Öyle tipler vardır ki, kendilerini haksızlığa uğramış, ezilmiş hissetmeye, bundan herkese dert yanmaya, değeri bilinmeyen yeteneklerine gizliden gizliye hayranlık duyarak avuntu aramaya bayılırlar.
  • Düşünüyor, durmadan düşünüyordum. Ama henüz olgunlaşmamış dimağ içimdeki kederin, kuşkuların üstesinden gelmeye yardım edemiyordu.
  • Amacına ulaşmak için hiçbir şeyi hor görme. Tam ulaşamazsan bile dene; belki başarırsın... Hepimizin güvenimizi bağladığımız şu 'belki' hiç de azımsanmayacak bir umuttur.

İhsan Oktay Anar - Suskunlar

"Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı."

Amat'ı okuduğumda en kısa zamanda geri kalan kitaplarını da okumalıyım demiştim İhsan Oktay Anar için. İki sene geçmiş aradan. Adam o arada Galiz Kahraman'ı çıkarmış, ben daha Suskunlar'ı ancak okudum. Ama okudum. O da iyi.

Sanırım Puslu Kıtalar Atlası'ndan da iyi bir kitap Suskunlar. Gerçi bilen bilir, İhsan Oktay Anar'ın bir kitabını tam anlamıyla anlamak için en az kendisi kadar felsefe, psikoloji ve tarihi mitleri bilmek lazım. Yani yine devasa bir kitap yazmış. 300 sayfa bile değil ama dört beş ansiklopediye yetecek kadar referans var içinde. Yine kim bilir neleri kaçırdım diye kendimi yemiyor değilim. İnsanı biraz yoruyor bu tip kitaplar ama öte yandan böylesi daha zevkli. Çünkü okurken bol bol 'ooohaaa' dedirtiyor insana.

Kitab-ül Hiyel'de mühendislik, Amat'ta denizcilik ile ilgili ne kadar araştırma yapmışsa bu kez de müzik konusunda almış başını gitmiş sevgili yazar. Suskunlar, musiki atmosferinde, neyzenler ve dervişler etrafında yazılmış bir kitap. Ama adı Suskunlar. İşte bu bile benim için muhteşem bir 'şey'. Ne olduğunu bilmiyorum. Acayip hoşuma gidiyor böyle durumlar.

Dünya'nın ve evrenin yaratılmasına, Hz. İsa'ya ve havarilerine, yedi ölümcül günaha, sufizme ve daha birçok konuya dair gerçekten çok güzel referanslar var. Ancak bunlardan daha çok hoşuma gidense bağnazlığa, körü körüne inanca dair Zahir karakterine ettirdiği sözler. Yani o kafanızın içinde adına beyin derler bir organ var, onu az kullanın babında saydırmış yazar biraz. Takdir edersiniz ki okurken çok hoşuna gidiyor insanın böyle satırlar.

Kitap üç bölümden oluşuyor: Yegâh, Dügâh ve Segâh. E, müzik etrafında dönen bir eserden de bu beklenirdi. Kitabın belli yerlerinde makamlara dair o kadar güzel atıflar ve örnekler vardı ki hayatım boyunca içimden geçirdiğim 'lan şu makamları öğrenmek lazım' isteğime kızgın demirle bastı adeta. İşte onları biliyor olsam bu kitaptan alacağım zevk birkaç katına çıkardı kafadan. Gelin görün ki müzik konusunda en ufak bir iddiası olabilecek birisi değilim.

Geriye iki tane İhsan Oktay Anar kitabı kaldı: Yedinci Gün ve Galiz Kahraman. Onları okumak için de iki sene beklemem diye umuyorum ama kader kısmet. Belli olmaz bu işler. Her an elinin altında okunmamış bir İhsan Oktay Anar kitabı bulunması önemli. Onun için hemen tüketmemek lazım.

İstanbul'u, daha doğrusu Konstantiniyye'yi ve özellikle Galata yöresini adım adım dolaştığımız, efsunlu (yani şu güzelim kelimeyi İhsan Oktay Anar'dan başka kimin eserleri hakkında yazarken kullanabiliyorum ki) bir kitabın daha ardından kalanlara selam ediyor, bu yazıyı da burada (birkaç alıntı ile) noktalıyorum. Kalın sağlıcakla sevgili ahali. 
  • Şu ayaltı âleminde, ölmüş, yaşayan ve henüz doğmamış ne kadar insan varsa, göklerde o kadar yıldız ve belki bir o kadar da kader vardı.
  • Hayat denilen şu kısacık yolculukta, ama canlı ama cansız, ama güzel ama çirkin, ama dost ama düşman, kendilerine refâkat eden her şeyi sevip koruyan bu ehl-i insâf dervişler, fırlatıldığında bir insanın kafasını dağıtacak bir taşı bile incitmek istemezlerdi. Çünkü biiznillâh dile gelse, sonsuz bir masalı anlatacak o taş, Allah'ın sırdaşı, dolayısıyla kendilerinin can dostu idi.
  • Senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim 'Gel' dememiz değil, ayrıca onlarn sana 'Git' demeleri. Hiç kimseye 'kötüdür' deme. Aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır.
  • Kin şeytanın kahkahasıdır.
  • Ne var ki, her şeyi bilmek için, belki hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, âdemoğullarından bazıları, bildikleri her şeyi unutmaya hayatlarını adadı.
  • Çirkin bir şeyi güzel yapmak mümkündür ama, mükemmel bir şeyi güzel kılmak çok daha zahmetli bir iştir.
  • Belki de, ancak anlatılacak hiçbir şey kalmayınca şarkı söylenebilirdi.
  • Sessizlik bir perdedir. Sessizliği işitebilirsin. 'Es' bile bu perdeye kıyasla, 'ses'tir.
  • Belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu.

25 Haziran 2015 Perşembe

Carlos María Domínguez - Kağıt Ev

"Kitapları buluyor ve onların bizi başka bir yere götürmelerine olanak tanıyoruz."

En güzel kitap çeşidi (kitap çeşidi?) hangisi diye sorsalar üşengeç ruhumdan olsa gerek görünüşte ince (fit olmak önemli) ama içerikte devasa olanlar derdim sanırım. Mesela bu kitap, Kağıt Ev. 96 sayfacık, zaten yer yer resimler de var, rahat okunuyor, su gibi akıyor, bir saatte bile bitebilir. Bunlar hep görünüşün aldatıcılığı işte. Çünkü içerik devasa ve kitap bittiğinde balyozu elinize alıp duvarlara vurmaya başlayabilirsiniz. Ne demek istediğimi anlamadıysanız ve umrunuzdaysa kitabı okumanız lazım.

Niye böyle bir giriş yaptığımı bilmiyorum.

Jaguar Kitap son dönemde adını az ama öz yayımları ile ön plana çıkaran bir yayınevi. Gerçekten takdire şayanlar. Hani bastıkları kitapları daha önceden biliyor muydun deseniz hayır; ancak edebiyat konusunda fikrine ve zevkine güvendiğim herkes övdüğüne göre bir ön yargı edineceksem bunun olumlu olmasında bir sakınca görmüyorum. Sanırım zamanla bastıkları tüm kitapları okuyacağım. Kağıt Ev gerçekten iyiydi çünkü. Tabii ben kitabı orijinal dilinde okumadım. O halde bu kadar beğenmemi çevirmene de borçluyum biraz. Seda Ersavcı çok güzel bir çeviri yapmış. Ellerine sağlık.

Peki, nsaıl bir kitap bu Kağıt Ev? Kitap içerikli bir kitap. Evet, herhalde böyle demek yanlış olmaz. Kitabın karakterleri hayatları kitap olan insanlar. Yediğinden içtiğinden kısıp kitap alan, evlerini binlerce kitapla dolduran, konuştukları ve düşündükleri kitap olan, dostlukları ve hatta suskunlukları bile edebi kişiler. Ve evet, böyle kişiler sonunda kafayı yiyor. Yani hepimizin sonu böyle olabilir. Bence bi' sakıncası yok.

Kitabın içinde çok fazla referans var, özellikle Joseph Conrad'ın Gölge Hattı isimli eseri özel bir yere konmuş. Ne yazık ki okumuş değilim o kitabı. O yüzden sanki bir şeyler eksik kaldı ama yine bir sürü yazarın ve eserin bahsi geçiyordu. Benim için önemli olanlardan birisi Yüzyıllık Yalnızlık ve kasabamız Macondo'nun adını görmek oldu. Özlemiştim. İyi geldi.

Kitapla ilgili şöyle ufak bir sıkıntım oldu ilk başladığımda: isimleri karıştırdım çokça. Yani bu kimdi, ya bu akademisyen olan mıydı, yoksa şu muydu falan derken kitabın yarısında ancak oturttum isimleri. Ama bu tabii ki kitabı yermem için yeterli ve geçerli bir sebep değil.

Kitaplara 'aşık' insanlardansanız eğer aslında bu kitabı okumasanız belki daha iyi. Ben de böyle mi olacağım sonunda hissi hoş olmayabilir. Ama olabiliyorsanız sizi yermeyeceğimi bilin, bilakis takdir ederim. Hatta size imrenirim. Mesela benim kitap sevgimi belirtecek bir katsayım olsa değeri pi'nin virgülden sonrası ile ifade edilebilirdi. Bu cümle şimdi aklıma geldi ve konumuzla hiçbir alakası olmamasına rağmen yazmak istedim. Dursun burda.

Bu minik ama çok güzel kitabı herkese tavsiye ediyor ve huzurlarınızdan ayrılıyorum. Böylece huzursuz oluyorum. (Bugün kafam hiç iyi değil sanırım.) Kalın sağlıcakla efendim.

"Bir vazo, bir kahve makinesi yahut bir televizyon bir kitaptan çok daha önce eskir yahut kırılıp bozulur. Bir kitap, sahibi onu parçalamak, sayfalarını yırtmak, ateşe atmak istemediği sürece işlevini yitirmez."

22 Haziran 2015 Pazartesi

Dino Buzzati - Tatar Çölü

"Muhakkak farklı bir şeyler olagelmeli, öyle bir şey ki insan: Artık sonuna gelmiş olsam bile beklemeye değmiş diyebilmeli."

Tatar Çölü, okuduğum ilk Dino Buzzati kitabı. Tatar Çölü, muazzam bir kitap. Kitap gibi kitap!

Askeriyeden subay çıkan ve ilk görev yeri olan Bastiani Kalesi'ne atanan Giovanni Drogo'nun izini sürüyoruz. O kadar 'hiçbir şey' olmuyor ki ve Drogo bütün ömrü boyunca o kadar çok 'bekliyor' ve 'umut ediyor' ki kitap bittiğinde yediğiniz tokatlarla kalıyorsunuz.

Kitabın arka kapak yazısında şöyle bir kısım var: 'Tatar Çölü, hayatın anlamını ve insanın kaderine teslim olmasını sorgular.' Aslında kitabi yeterince güzel özetliyor bu tanım. Zira Drogo'nun sıkıcı mı sıkıcı hayatını okurken birçok düşünce geçiyor kafanızdan. Sorguluyorsunuz! Evet, bu kitap size hayatı, alışkanlıklarınızı, beklentilerinizi, değerlerinizi, her şeyinizi sorgulatıyor.

Her gün yaptığımız (en sıkıcı ya da sıradan işler dahil) onca şeyin aslında nasıl alışkanlıklarımıza dönüştüğünü, bir noktadan sonra umut etmek ve hatta heyecan duymak için bile insanın kılını kıpırdatamadığını, bir veya birden fazla hayalin pençesinde bir hayatı boşuna heba etmiş olabileceğimizi dank diye vuruyor kafamıza Buzzati.

Altını çizdiğim yer demeyelim de parsel parsel işaretlediğim epey sayfa var kitapta. Bazı yerleri okuduktan sonra kitabı kapatıp düşündüğüm oldu bir süre ki gerçekten uzun zamandır bana bunu yaptırabilen bir kitap olmamıştı. Yalnızlık, tercihler, acı, beklemek, özlemek, işte ne bileyim, daha neler neler...

Alışkanlıklar demişken, yani süregiden yaşamınızda bazı şeyler o kadar bir parçanız oluyor ki onları değiştirmeye kalkmak üşenmekten ziyade güveninizi sarsacak gibi oluyor. Başka bir deyişle o alışkanlıklarınız bir güven duvarı oluşturmuş sizde, onlar öyledir yani, onlar hep öyle olurlar. Aklınıza gelebilecek en sıradan işler olabilir bunlar; mesela ben çayım hep sağımda olsun isterim. Solumda olsa ha devirdim ha devireceğim diye tedirgin olurum. 'Alışmamışım' çünkü. Ulan o kadar anlattıma ama ne biçim örnek verdim. İnsanın beyninde kas doku var mı acaba? Varsa benimkiler hepten erimiş. Yazık oldu.

Ha iyi bir şey oldu ha olacak diye okuyup kitap bitince hayatın bize çektiği hareketle kaldığımız bu güzelim kitabı herkesler bir an önce okumalı bence. Bu kitabın üzerimde bu kadar etkili olmasının bir sebebi de hastanedeyken okumuş olmam olabilir. Sürekli bir iç sıkıntısı var çünkü kitapta, sürekli bir düzen ama boğucu mu boğucu bir düzen var; hem hastanede hem de Drogo'nun hayatında. Tabii belli bir sürenin ardından fark etmişti Drogo tüm buınları, fark ettiğinde de midesine bir çiftlik dolusu hayvan oturmuştu. O anki hislerini yazmaya üşendim, o yüzden buralarda bir yerde sayfanın fotoğrafını paylaşmış olmam lazım.

Bu arada kitabın 1976 yapımı bir de filmi varmış. Ben izlemedim. Şu sıra o kadar 'hiçbir şey'e katlanamam, hele hele bir filmde nnnasla! Kadrodan bir tek Max von Sydow'u tanıyorum sanırım. Başrol değil ama olsun, onun olduğu her film izlenir.

Yazının sonunu getireyim artık. Birçok alıntı ile bitebilirdi bu yazı ama öyle bir tanesi var ki okuduğum ortamdan mıdır, çok kişiselleştirdiğimden midir nedir beni çok etkiledi. İşte o alıntı ve tabii kalın sağlıcakla:

"Yavaş yavaş güveni azalıyordu. İnsanın, tek başına olduğu ve hiç kimseyle konuşamadığı zaman bir şeye inanması çok zordur. İşte tam da o dönemde, Drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını fark etti, birisi acı çektiğinde, acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde diğerlerinin, duydukları sevgi ne denli büyük olursa olsun, bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti."

14 Haziran 2015 Pazar

Selçuk Aydemir - Mahalleden Arkadaşlar

"Henüz 9 yaşındaydım ve sen benim hayatımdaki tek kadındın. Vur dersen öldürürdüm anam! Neyini anlamadın?"

Son dönemde dizileri ve filmleriyle ismini epey duyuran bir isim Selçuk Aydemir. Üsküdar'a Giderken, İşler Güçler, Kardeşi Payı vs. E, haliyle kitabı da dizileri gibi (filmlerini izlemedim ama onlar da aynı enerjiye sahipmiş sanırım). Yani nasıl? Hızlı!

Evet, hızlı mı hızlı bir kitap Mahalleden Arkadaşlar. Rahat okunuyor. Çocukluk dönemini anlattığı için de özellikle doksanlı yıllarda çocuk olanlar için farklı bir önemi var. İnternette hep bu şekilde yorumlar gördüm daha doğrusu. İnsanlar çocukluklarını deli manyak özlüyorlar. Misal: ben.

Belki bunu söylemek biraz artistlik gibi olacak ama benim de şahsi fikrime göre en son çocukluğu bizim nesil yaşadı. Henüz bilgisayarlar ortalıkta dolaşmaya başlamamıştı, internet zaten terim olarak yoktu. Maden'de yaptığımız göller, Kırmızı Topraklar'daki maden arayışlarımız, toprak yollarda araba yolu yapıp sürmek ve daha niceleri. Elimize toprak değiyordu en azından. Şimdiyse ne yazık ki -yine kendi fikrim tabii ki- aptal bir nesil yetişiyor. Ergenlik çağını boynu düz geçebilenler kafadan başarılı sayılmalı bence. Telefona ve tablete bakmaktan boyunlar yere paralel büyüyor çocuklar. Saçmalık.

Ayrıca temas ettikleri tek şey yine telefonlar ya da tabletler, yani elektronik cihazlar olduğu için el becerileri sıfır. Gittikçe her şeyin iyi olacağını uman benim gibi biri için bile tahammül edilemez derecede kötü bir gidişat var. Eğitim şart. Bunun için de önce ailelerin eğitilmesi şart. Ne olacak, nasıl olacak bilmiyorum. Ama böyle olmamalı, ondan eminim.

Mahalleden Arkadaşlar'a dönersek; edebi değeri yok bence. Ama böyle bir iddiası da yok. Güzel kitap. Neşeli bir kitap. Daha ne olsun? Gerçi en güzel yanı bu değil, en güzel yanı Ferhan Şensoy methiyesiyle başlaması. Selçuk Aydemir'e buradan teşekkür ediyorum o yüzden. Ne yüzden? Lan? Unuttum. Neyse...

Asırlar sonra bana kahkaha attıran bu kitabı herkese öneriyorum. Okuyun işte canım, sanki elinize yapışacak. Yazıma da kitapta gerçekten beni ters köşe yaptıran diyaloglardan birisiyle son vermek istiyorum. Hoşça kalın.

"Kitap alacaz biz!"
"Özellikle aradığınız bir şey var mı?"
"Yoo... Allah ne verdiyse artık."
"Tevrat, Zebur, İncil, Kur'an. Hepsini Allah verdi. Hangisini vereyim? Kuran diğerlerine nazaran oldukça yeni."
 

11 Haziran 2015 Perşembe

Hissiyat, #4

10 Haziran 2015 gece on bir suları
Baltalimanı Kemik Hastalıkları Hastanesi
Koğuş: 2
Yatak: 3

Hastanede yatmak, hastane psikolojisi falan gerçekten hiçbir zaman hiç kimse için bir yaşam tarzına dönüşmemesi gereken şeyler. Nasıl desem, The Sopranos'taki rüya sekansları gibi bir şey hastanede yatmak. Sesleri daha yüksek ve uğultulu duyuyorsunuz, renkler daha parlak, yüzler daha yakın ve büyük. Zamanın zaten kendine özel bir altkümesini kullanıyor hastaneler. Anlatılır gibi değil.

Bir yandan gece olur ve köprünün ışıkları yanar. Boğaz turuna çıkmış sayısız tekne geçer; içleri dopdolu, içleri cıvıl cıvıl. Zift gibi bir şey akar boğazınızdan aşağı. Çaktırmamak adına üç beş sinir hücrenizi daha feda edersiniz. Köprü ise hala ve inatla ışıl ışıldır. Koğuşunuzdaki diğer yatakları dikizlersiniz. Gülen tek bir yüz yoktur. Uzaklarda bir yerlerde telefonlar çalar, pencereden giren hava olmak isteyip de olamadığınız yerlerin serinliğini taşır. Tepede açık bir televizyon vardır ama kimse izlemez. Bir evdeki yalnızlığı doldurabilen televizyon buradaki kalabalığa diş geçiremez. Hastanelerde zaman akıntıya ters yönde akar. Ama akar. Akaaar gider. Hastanelerde hayat, yelkovanı tekleyen bir saatin tik takları arasına sıkışıp kalmıştır. Mükemmel bir durma biçimidir hastanelerde hayat. Hastanelerde insan, yoktur! Personel vardır, hasta vardır, hasta yakını vardır.

Sonra vücut bulmuş haller vardır hastanelerde. Beklemek mesela. Bir hastanede en çok beklersiniz. O kadar çok beklersiniz ki ağaç olursunuz. Yaş halkalarınızdan asırlık olduğunuz sonucuna varırlar. Yetmez, yine beklersiniz. Ve hiçbir şey olmaz. Düşünmek mesela. Dışarıdaki hayatınızdaki düşünmek gibi değildir. O kadar karmaşık ve çok düşünürsünüz ki (çünkü düşünmek için gerçekten çok ama çok zamanınız olur) kafanız bir balon olur. Tek kişilik bu balonla on dakika tutmayan aralıklarda devri âlemler yaparsınız.

Hhhhh, hayatımda daha önce hiç olmadığım kadar boşum. Bomboşum. İyi ya da kötüden bağımsız, bilip bilmemekten muaf bir boşluk. İş makineleri çalışıyor içimde. Binalar mütemadiyen yıkılıyor, ortalık toz duman. Hayattaki en kötü his çaresizlik (gerçekten hakkı verilecek bir çaresizlik örneği tabii ki) olsa gerek diye düşünürdüm, hatta emindim neredeyse; ancak bir belirsizliği beklemek de yabana atılır cinsten değil(miş, öğrendim).

Karadeniz'de batan bütün gemiler aşkına, biri beni durdursun.


Dipnot: Ben bu bloğu ilerleyen yıllarda, vakitlerde geri dönüp okuyarak kendi izimi tutmak için açtığımı daha önce muhakkak bir yerlerde belirtmişimdir. Ama şimdi vicdani bir sorumluluk hissediyorum bu tip yazıları yazarken. Kötüye bir şey olmaz. Rahat olun. Çok şaapmamak lazım.


9 Haziran 2015 Salı

Bi' Daha

Çok kötü bir haldesiniz. Hayatınızın en kötü dönemini geçiriyorsunuz, şu ana kadarki hayatınızın tabii. En kötü 'an'ınızda değilsiniz; ama yine de çok kötü bir durumdasınız. Diyelim ki bir ortopedi servisinde tekerlekli sandalyede beş saattir bekliyorsunuz. Fiziksel kötüsünüz yani. Ruhunuz da Kübler-Ross Modeli için gayet uygun bir araştırma konusu olabilecek halde. Hatta ruhen, fiziksel olduğunuzdan daha kötü bir haldesiniz de diyebiliriz.

insanlar var çok fazla insan var her yer insan dışarıda da çok fazla vardı içerde de çok fazla var neden bu kadar insan var neden bu kadar zor neden bu kadar acı var ve neden hastane pskiolojisi bazı insanların normali haline geliyor ya da gelebilmiş bu çok saçma ve haksız değil mi bu çocuğun burada ne işi var çıkıp oynaması lazım bunun ne işi var hastanede bazı insanlar meseleği olmadığı halde tıbbi terimleri neden bilmek zorundalar yolu açın yolu açın ameliyatlı hasta geliyor herkes çekiliyor röntgenler sedyeler olmayan ve bir daha çekilecek röntgenler küfürler dualar yalvarmalar yakarmalar delilik kitap vardı yanımda onu mu okusam biraz amaan sanki kafam alacak ameliyathane listesini okuyalım hem canlı canlı heyecanlı olur aa x kişisi ameliyata alınmış y yoğun bakım allahım sen yardımcısı ol şifa ver z nin ameliyatı bitmiş serviste şimdi ameliyathaneler hiç boşalmıyor her yer kan her yer soğuk her yer ışık her yer karanlık

Doktorunuz geliyor. Ne demiştik, çok kötü bir haldesiniz. Gözlerinin içine bakıyorsunuz iyi bir şey desin diye. O 'an' için dünyanızı başınıza yıkacak; ancak 'gelecek' için iyi bir haber veriyor. Yine ameliyat. Ama bu seferki önceki kadar ağır değil. Hem daha konuşulacak, belki alternatif ve daha hasarsız bir yöntem belirlenebilir. Size de bağlı. Ama mesele bunlar değil. O 'an'ı başınıza yıkacak haberi aldığınızda kafayı yemeniz gerekirken (sanki) bir rahatlama geliyor. Aydınlanma değil ama bir rahatlama geliyor. Üzülemiyorsunuz! Sevinemiyorsunuz! Ama bir rahatlama var, evet. Yani çok kötü bir haldeyken zor bir haber alıyorsunuz ve normalde bunun sizi yerle yeksan edeceğini düşünürken rahatlamayla beraber güven duygunuz geri geliyor. Çok saçma değil mi? Belki de sizi aylarca geri götürecek bir haber aldınız daha şimdi. Neden bu rahatlama?

allah allah niye böyle oldu ki şimdi ne oldu daha doğrusu ben hiç anlamadım ki aa mehmet hocam naber nasılsınız bizden de iyi işte ne olsun hahaa tabii o kadar iyi olsa burada işimiz ne çekilin çekilin yok bu seferki ameliyatlı hasta değil bu seferki yemek servisi oh ne güzel koktu mübarek tamam hocam zaten görüşeceğiz yine belli ki iyi günler oha bu yolu ne ara genişletmişler kesin otopark yapacaklar adam olsalar kütüphane yaparlardı abi ışıklardan sola döneceğiz hhhhhhh odeğildeeylülyalanmıolduşimdi

Espri anlayışı olarak tekrar etmeyi seçen kişisel tarihime buradan selam ederim. Kendimle ikinci çoğul şahış olarak da konuşturdu beni sağ olsun. Bu sefer unutmayıp söylesem de vidyoya alsalar bari ameliyatı. Beni uyutuyorlar, bütün eğlenceyi kaçırıyorum. Böyle de olmaz ki canım. O ameliyatta benim de payım var, di mi ama?


"Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi
taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde?"
(İsmet Özel)