10 Haziran 2015 gece on bir suları
Baltalimanı Kemik Hastalıkları Hastanesi
Baltalimanı Kemik Hastalıkları Hastanesi
Koğuş: 2
Yatak: 3
Hastanede yatmak, hastane psikolojisi falan gerçekten hiçbir zaman hiç kimse için bir yaşam tarzına dönüşmemesi gereken şeyler. Nasıl desem, The Sopranos'taki rüya sekansları gibi bir şey hastanede yatmak. Sesleri daha yüksek ve uğultulu duyuyorsunuz, renkler daha parlak, yüzler daha yakın ve büyük. Zamanın zaten kendine özel bir altkümesini kullanıyor hastaneler. Anlatılır gibi değil.
Bir yandan gece olur ve köprünün ışıkları yanar. Boğaz turuna çıkmış sayısız tekne geçer; içleri dopdolu, içleri cıvıl cıvıl. Zift gibi bir şey akar boğazınızdan aşağı. Çaktırmamak adına üç beş sinir hücrenizi daha feda edersiniz. Köprü ise hala ve inatla ışıl ışıldır. Koğuşunuzdaki diğer yatakları dikizlersiniz. Gülen tek bir yüz yoktur. Uzaklarda bir yerlerde telefonlar çalar, pencereden giren hava olmak isteyip de olamadığınız yerlerin serinliğini taşır. Tepede açık bir televizyon vardır ama kimse izlemez. Bir evdeki yalnızlığı doldurabilen televizyon buradaki kalabalığa diş geçiremez. Hastanelerde zaman akıntıya ters yönde akar. Ama akar. Akaaar gider. Hastanelerde hayat, yelkovanı tekleyen bir saatin tik takları arasına sıkışıp kalmıştır. Mükemmel bir durma biçimidir hastanelerde hayat. Hastanelerde insan, yoktur! Personel vardır, hasta vardır, hasta yakını vardır.
Sonra vücut bulmuş haller vardır hastanelerde. Beklemek mesela. Bir hastanede en çok beklersiniz. O kadar çok beklersiniz ki ağaç olursunuz. Yaş halkalarınızdan asırlık olduğunuz sonucuna varırlar. Yetmez, yine beklersiniz. Ve hiçbir şey olmaz. Düşünmek mesela. Dışarıdaki hayatınızdaki düşünmek gibi değildir. O kadar karmaşık ve çok düşünürsünüz ki (çünkü düşünmek için gerçekten çok ama çok zamanınız olur) kafanız bir balon olur. Tek kişilik bu balonla on dakika tutmayan aralıklarda devri âlemler yaparsınız.
Hhhhh, hayatımda daha önce hiç olmadığım kadar boşum. Bomboşum. İyi ya da kötüden bağımsız, bilip bilmemekten muaf bir boşluk. İş makineleri çalışıyor içimde. Binalar mütemadiyen yıkılıyor, ortalık toz duman. Hayattaki en kötü his çaresizlik (gerçekten hakkı verilecek bir çaresizlik örneği tabii ki) olsa gerek diye düşünürdüm, hatta emindim neredeyse; ancak bir belirsizliği beklemek de yabana atılır cinsten değil(miş, öğrendim).
Karadeniz'de batan bütün gemiler aşkına, biri beni durdursun.
Dipnot: Ben bu bloğu ilerleyen yıllarda, vakitlerde geri dönüp okuyarak kendi izimi tutmak için açtığımı daha önce muhakkak bir yerlerde belirtmişimdir. Ama şimdi vicdani bir sorumluluk hissediyorum bu tip yazıları yazarken. Kötüye bir şey olmaz. Rahat olun. Çok şaapmamak lazım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder