27 Eylül 2013 Cuma

Grbavica

İçinde tek bir savaş sahnesinin geçmediği, buna rağmen savaş(lar)ın tarih boyunca nelere sebebiyet verdiğinin ayaklı ispatı olan sade, kendi halinde, sakin ve bir o kadar da etkili bir film Grbavica.

Türkiye'de Grbavica: Esma'nın Sırrı olarak biliniyor sanırım. 2006 yapımı, ancak izleyebildim. Aslında öyle sanıyorum ki bir Bosna filmi desem ne kadar naif ve anlamlı bir film olduğunu yeterince anlatmış olurum.

Evet, bir Bosna filmi Grbavica. İnsanoğlunun sırtındaki bir yükü anlatıyor, insanoğlunun ne kadar alçalabileceğini anlatıyor; çünkü bir savaşın sonrasını anlatıyor. Aslında bazı insanlar için hayat dediğimiz şeyin gerçekten bir mücadele olduğunu hatırlatıyor bize, rahat batan bizlere. Balkan Savaşı sonrasında bir anne ile kızının öyküsünü merkeze alıp insanlık dersi veriyor, sonunda da borçlu olduğunuz o yaşları gözlerinizden söküp alıyor.

Filmin başında ve sonunda birer sahne var, aynı şekilde çekilen fakat farklı şarkılar (belki ikincisi için ilahi demek daha doğru) ile farklı zaman dilimlerinde geçen birer sahne. O sahnelerin ilki filmin açılışı, ikincisiyse neredeyse sonu. Bu sahnelerde okunan eserler çok güzel (bu arada kapanış jeneriğinde çalan parça da çok güzel). Yalnız ikinci sahnenin boğazınıza bir yumruk oturtma riski var; çünkü orada bir yükün boşaltılması var. İsyan var orada, sitem var, çaresizlik ve acı var.

İkinci Dünya Savaşı ile ilgili yeterince film var ama Balkan Savaşı gibi mücadelelerle ilgili pek yok ya da var ama ben bilmiyorum. Olmadığını varsayarsak şunu söylemek mümkün: adeta savaşların bile kaliteye göre bir sınıflandırılması mevcut. Halbuki savaş dediğin öyle ya da böyle iğrenç bir şey. Birini allayıp pullayıp anlatınca sanki en mühimi oymuş gibi oluyor. Oysa mühim olmayanı yok. Kaldı ki hiçbirinin mühim olmaması; çünkü hiçbirinin olmaması lazım. Savaş... Savaşlar... İnsanlı tarihinin yüz karaları... İnsan olmak bu kadar zor olmamalı.

Filmin hissettirdikleriyle biraz hızlı gittim sanırım. Biraz soluklanayım. Belki içinizde bu filmi duymayan ve bu yazıyı okuyunca izlemeye karar verecek olanlar olur. O zaman çok mutlu bir insan olurum ben de, bir işe yaramış hissederim kendimi. Çünkü şu anda insanlığın tarih boyunca Bosna'ya ve Bosna gibi daha nicelerine yaptıklarından ötürü bir 'insan' olarak utanıyorum.

Not: IMDb Trivia sayfasında yazan hali bile çok manidar filmin: 'Çoğu Bosna yapımı gibi Grbavica da düşük bütçeli bir filmdir'.

Not 2: Saraybosna'da Grbavica (bu arada Grbavica bir semt adı, yukarıda bahsi geçmedi hiç) kambur kadın anlamına geliyormuş. Filmi ne güzel özetliyor. Kaynak
 

21 Eylül 2013 Cumartesi

Franz Kafka - Dava (Kitap + Film)

Nihayet Kafka da okudum. Ama ne okumak...

Zor bir kitapmış Dava, öncelikle onu söylemem lazım. Kitabın tamamı sayfalar süren paragraflardan ve bunların içinde birbirine giren diyaloglardan oluşuyor. Kafkaesk bir kitap yani. Ne kadar zekiyim, değil mi?

Baş kahramanımız Josef K. bir sabah tutuklu olduğu haberiyle uyanır. Nedeni yok. Zaten kitap boyunca ne o ne de biz öğrenemeyeceğiz. Kitabı aslında bu tavrı çok net anlatıyor. Bir hayat yaşıyoruz. Çoğunlukla yaşadıklarımızın nedenini bilmiyoruz. Bulmaya çalışınca da başarılı olamıyoruz. Yaşıyoruz sadece, çoğunlukla.

Kitabın yorucu bir havası var, kafa karıştırıyor, bunaltıyor. Depresyona sokuyor diyeceğim ama biraz abartmış olurum diye demiyorum. Yalnız devlet işlerine mükemmel bir giydirme görevi de görmüş Dava. Bürokratik işler, birbirine karışmış ve işinizi kesinlikle sorunsuzca hallemedediğiniz devlet daireleri ve bu dairelerin çarpık yerleşim mekanları, insanı boğan atmosferleri, bunun işlenişi vs. derken çok derin bir kitap çıkmış ortaya.

Şimdi düşününce fark ediyorum ki Kafka çok erken göçmüş yahu, 41 yaşında. Yani biraz daha ömrü olsaymış kim bilir neler yapacakmış adam. Vay anasını...

İnsanın hayatta ne ile karşılaşırsa karşılaşsın zamanla her şeye alıştığı ve gündelik yaşamını ona göre devam ettirdiği gerçeği, kitabın en çarpıcı temalarından birisi bu arada bence. Düşünsenize bir an, yarın sabah kapınız çalınıyor ve iki adam tutuklusunuz diyerek hiçbir sebep göstermeden odanıza giriyor. Sonra aylar süren soruşturmalar, hiçbir bilgi elde edememeniz ve zamanla bunun hayatınızın bir parçası haline gelmesi... Nerden de aklına gelmiş böyle bir konu acaba. Büyük beyinler büyük düşünüyor gerçekten.

Kitabın çevirisini de övmeden geçmek istemem. Ahmet Cemal çevirisiyle (Can Yayınları) okudum ve çok beğendim. Kendisi de giriş bölümünde yazmış zaten ne kadar emek harcadığını, kesinlikle değmiş. Kendisine teşekkür ediyorum hepinizin huzurunda.

Kitabı okuduktan sonra baktım Orson Welles 1962'de filmini de çekmiş bu kitabın; Le procés. Durur muyum, izledim tabii hemen. Şimdi onun hakkında bir iki kelam edip gitme niyetindeyim.

Film siyah beyaz, çok şık, ışıklandırma mükemmel, müzikler dehşet, gerilim olması gerektiği yerde, bunalım her yerde. Özellikle mekanların dışındaki geniş açılı çekimler ve uzun sekanslar çok iyi. İç mekan çekimlerindeyse kafam karıştı bazen nasıl koparmadan böyle yönetilmiş oyuncular diye.

Tabii burda yönetmen Orson Welles'e hakkını vermek lazım. Kitap üzerinde hafif değişiklikler yapmış olsa da araştırdığım kadarıyla Dava üzerine en iyi yapım bu olarak gösteriliyor. Welles de en iyi filminin (filmleri arasındaki favorisinin) bu olduğunu söylemiş zaten. Ayrıca filmde 11 farklı seslendirme de yapmış Orson Welles. Hatta bunlardan birisi başrol oyuncumuz Anthony Perkins için yapılmış ve Perkins hangi cümlelerin sonradan dublajla eklendiğini anlamadığını itiraf etmiş. Zaten Orson Welles'in neredeyse her konuda yetenekli birisi olduğunu düşünürsek şaşırmadım.

Sonuç olarak kitabı okuduktan sonra bu filmi izlemek lazım bence. Okurken bazı mekanları, işleri hayal edemiyor ya da yanlış ediyor insan. Yani ben bu kitabı 2013'te okuyorum ama anlattığı tarihlerde yaşamadım. Ne kadar düzgün hayal edebilirim ki? Karakterleri belli bir şekle oturtabiliyor insan kafasında ama mekanlar her zaman tutmuyor tabii.

Böyleyken böyle... Dipnotumuzu da verelim. Yaz Okuma Etkinliği sondan bir önceki kitabımdı Dava; benden başka herkesin okuduğunu, bir tek benim eksik kaldığımı düşündüğüm kategorisinde. Güzel bir seçim yapmışım, kendimi takdir ettim. Fikir veren arkadaşlara da teşekkür ederim. Kaldı geriye Tutunamayanlar. Kitaba başlamaya cesaret edemiyorum resmen, çok saçma. Bakalım neler olacak.

Hepinize selamlar, sevgiler, saygılar... Hoşça kalın.

12 Eylül 2013 Perşembe

Robert A. Heinlein - Yaban Diyarlardaki Yabancı

Sıkı bir bilim kurgu okuru olduğum söylenemez. Bu yıla kadar sanırım sadece Jules Verne kitapları okudum bu dalda ki onlar da ta yedinci, sekizinci sınıfta falan kaldı. Bu yıl en azından üç beş tane bilim kurgu kitabı okuyup bu türe de yakınlaşma planları yapıyordum. Bu plan dahilinde Cesur Yeni Dünya ve Otostopçunun Galaksi Rehberi'ni okumuştum geçen aylarda. Burda da şöyle bir sıkıntı var: kimilerine göre Otostopçunun Galaksi Rehberi bilim kurgu sayılmazken kimilerine göre sayılıyor falan filan. Beni ilgilendirmez uleeeyn! Ben saydım, oldu.

Şimdi, bu yıl bu kategorideki üçüncü kitabım Yaban Diyarlardaki Yabancı oldu. Aslında sorsanız üç beş ay öncesine kadar bu kitabın adını dahi duymamıştım. O kadar ilgisizdim gerçekten bilim kurguya. Gerçi okumak istediğim yazarları saysam şimdi korkunç bir liste çıkar ortaya. Onun için üstüme gelmezseniz iyi olur. :)

Yaban Diyarlardaki Yabancı, Michael Valentine Smith arkadaşımızın yerküredeki hayatını anlatıyor ki bu arkadaş aslen Marslı oluyor. E, o zaman Dünya'da ne işi var, otursaymış gezegeninde aşağı diyorsanız ... demeyin. Kendisi aslında en asil duygunun insanı(!) olabilir, kalp kırmamak lazım. Ayrıca ciddiye de alır, pek espri anlayışı olduğu söylenemez.

Biraz ciddi olursak, kitabın ilk yarısını çok sevmiş olmama rağmen yarıdan sonrasında biraz elimde süründü demem lazım. İlk yarısı yeni hayaller ve fikirlerden oluşurken, yarıdan sonrası artık oturmuş düzende fikirsel diyaloglardan ve yakınlaşmalardan(!) oluşuyor. İşin içine teoloji, o, bu, şu giriyor. Bunlar bu kadar detaya inmeseymiş, yani kitap 752 sayfa olacağına 450-500 sayfa olsaymış çok daha fazla severmişim gibime geldi.

Bu kitabı Heinlein 1961'de yayınlamış ilk. Bu açıdan bakarsak 60 kuşağını yaratan eser deniyor. Bence çok önemli bir yanıysa cesareti. Bundan elli yıl önce bu fikirlerle ortaya çıkıp bu denli cüretkar bir kitap yazmak kolay olmasa gerek.

Heinlein, 1988'de ölmüş. O zamana dek de kitap olduğundan hep daha az içerikle basılmış. Eserin ilk hali 220 bin civarında kelime içerirken içeriğinin istenmeyen detaylarından ve başka sebeplerden ötürü 150 bin civarına indirmesi istenmiş. O da ancak 160.087'ye kadar indirebilmiş. 1988'de kendisi ölünce yayın haklarının yenilenmesi sırasında editörlerce orijinal halinin çok daha güzel olduğuna kanaat getirilmiş ve o günden beridir bu şekliyle yayınlanıyormuş.

Kitabın en sevdiğim yanlarından birisi sürükleyiciliği oldu başlarda. Yalın bir dil (bir bilim kurgu kitabından beklemediğim bir özellik esasen) ve sonrasını merak ettiren bir içeriğe sahip olduğu için hızlıca bitiririm diye düşünmüştüm. Sonra biraz yavaşladım ama bu kitabın sürükleyici olmayışından değil, girdiği derin meselelerin ilgimi çok çekmemesinden oldu. Bu arada çevirisini de çok beğendiğimi belirtmem lazım. Kağan Çam'ı tebrik ediyorum.

Ehem, bu yazıyı buraya kadar okuyup da (kitabı okumuş olanlar için söylüyorum) groklamak ve su paylaşmak ifadelerini kullanmadığımı fark edenler olacaktır. Smith'in (Mars'tan Gelen Adam) olayı bu zaten gençler, onları anlamak için kitabı okumanız lazım. Şimdi ben burda kitabın sonunda ne olduğunu söylesem hoş olur mu? Bence olmaz. Linç edilirim alimallah.

Sonuç olarak bilim kurguyu robotlardan ibaret sanan beni ters köşeye yatıran güzel bir kitap okumuş oldum. Henüz hiç okumadım ama bence ben Asimov okusam daha çok severim. Onun da neresinden nasıl başlayacağımı bir türlü kestiremediğim için biraz daha zamanı var herhalde. Adam yememiş içmemiş, yazmış. Azim böyle bir şey işte.

Yukarılarda Heinlein'ın 1988'de öldüğünden bahsetmiştim, yani benim doğduğum yılda. Yaz Okuma Etkinliği'mizde böyle bir kategori var doğum veya ölüm yılı, sizin doğum yılınızla aynı olan bir yazardan bir eser okumanız lazım şeklinde. Yaban Diyarlardaki Yabancı'yı da bu kategori dahilinde okudum. Etkinlikten de kaldı iki kitabım. Önce Franz Kafka'dan Dava'yı, sonra da Oğuz Atay'dan Tutunamayanlar'ı okuyacağım inşallah. Güzeli sona saklama takıntısı olangillerdenim, evet.

Uzattıkça uzattım, bi susmadım gene. Gideyim ben en iyisi. Bence Heinlein yaşıyor olsaydı beni de Jüpiter'den Gelen Zevzek diye bir kitapta baş karakter yapardı. Hak ediyorum çünkü.

8 Eylül 2013 Pazar

Magnolia

Nereden başlayacağımı bilemiyorum hiç, onun için bodoslama başlayıp karman çorman gidiyorum.

Benim belli dönemlerim vardır; mesela bir diziye başlarım ve onu bitirmeden kesinlikle ne başka dizi izleyebilirim ne de film. Zaten dizilerin ortalama kırk beş dakikalık süresine alışınca film izlemeyi göze alamıyorum arada. Bir ay kadar önce de Breaking Bad'e başlamıştım. Yayınlanan son bölümünü de geçen gün izleyince felaket bir boşluğa düştüm her zamanki gibi. Ne yapayım ne edeyim derken bari biriken filmlerden biraz izleyeyim dedim.

Film izleme konusunda da şöyle bir takıntım var: filme başlamadan önce süre kısıtı koyuyorum. Mesela şu an ortalama iki saatlik bir film izlemem lazım gibi. Bu gece de şöyle üç saatlik bir film varsa elimde izleyeyim dedim ve çok uzuuuun zamandır izlemek için beklettiğim Magnolia'yı seçtim.

Kafama şaaapiym lan! Çok beğendiğim her film, dizi ve kitaptan sonra bu kendime kızma seansını yaşıyorum. Öyle böyle beğenmedim filmi. 1999 yapımı film, insan birkaç sene önce izlemiş olur diyeceğim ama iyi ki de şimdi izlemişim.

Bu arada 1999'da da ne filmler çekilmiş harbi öyle Fight Club falan derken. Ama bence Magnolia, Fight Club'tan daha iyi. Çünkü Fight Club romandan uyarlama. Magnoli'daysa işin yazanı ve yöneteni bir: Paul Thomas Anderson (amin).

Paul Thomas Anderson deyince bi duracaksın zaten. Adamın normal filmi yok herhalde. Bu izlediğim üçüncü filmi oldu. There Will Be Blood'ı çok beğenmiştim ama The Master beni aşmıştı epey. Fakat Magnolia da bambaşkaymış.

Kadro felaket iyi, müzik seçimleri ve verdiği keyif paha biçilemez, kamera açıları ve tek çekim sahnelere (ki bu tek çekim sahne olayı benim sinemada en sevdiğim iştir) laf edilemez... Filmin avukatı gibi konuştum resmen ama ben beğendim mi abartabiliyorum böyle. Neyse...

Kitap eleştirilerimde olduğu gibi film yazılarımda da eserin konusuyla ilgili neredeyse sıfır bilgi verip bende uyandırdığı etkiyi anlatmayı seviyorum. Konusunu nerden deseniz bulursunuz zaten, değil mi? Bence de evet. Ama yine de bir çeşit kesişen hayatlar tipi senaryosu var diyebiliriz. Inarritu filmleri bu konuda daha konu odaklıyken Anderson işin daha çok mesaj verme kısmında. Filmden sonra internette yaptığım on beş dakikalık bir araştırma sonunda filmde gerçekten harikulade referanslar olduğunu öğrendim. Saygı duydum.

Sonuç olarak üç saat olmasına rağmen yüksek temposuyla bir anda bitiveren bir film oldu Magnolia ve arşivimde yerini aldı. IMDb Trivia sayfasında yazdığına göre Anderson kendi filmleri içerisinde favorisinin Magnolia olduğunu belirtmiş. Bakın, belgelerimle konuşuyorum. Bu filmi izlemeniz lazım. Başka da bir şey demiyorum ve gidiyorum.

7 Eylül 2013 Cumartesi

Hissiyat, #3

Bazı gözler var, bakmaya doyamıyorum. Fakat tuhaf bir şekilde bakamıyorum da. Sanki baksam bitecek gözler, tükenecek. Başka yerlere bakıyorum, yüzüne bakıyorum örneğin. Ama gözlerine bakamıyorum. Gizlemeye çalıştığım bir şey mi var acaba?

Bazı sesler var; sussa dinlerim, konuşsa susarım. Yine dinlerim, hep dinlerim. Yeter ki o sesten olsun. Karşımda olsun, çok uzakta olsun fark etmez; sadece olsun yeter. Varlığı yeterince büyük bir armağanken sürekli yanımda olmasını talep etmiyorum zaten. Hiçbir şey mükemmel değil; hayat da değil, ben de değilim, sen de değilsin.

Bazı yerler var, gitmesem de orada hissettiğim. Belki de hiç ayrılamadığım... Köklerim orda da gövdem burda, gibi. Aklım orda da bedenim burda, gibi.

Bazı insanlar var, evet; ancak bazıları da hiç yok. Kara vicdanlılar herhalde. Ömrümün ne zaman biteceğini bilmeden yaşayarak yeterince risk almışım zaten, değsin bari. Bir an önce gelin ki değsin. Yoksa, öyle inanıyorum ki bilinç ölümsüz; bir yerde, bir şekilde ben sizi bulur, bunun hesabını sorarım.

Bazı şarkılar var, beynimde özel hücre tahsis edilmiş kendilerine. Ben etmemişim ama. Onlar ayarlamışlar ben farkında olmadan. Ne zaman duysam gözümün görmesi gerekenle gördüğü; beynimin düşünmesi gerekenle düşündüğü şaşıyor. Tutmuyor birbirini. Bir şarkı, belki sadece bir nota duruma göre günler veya yıllar öncesine götürebiliyor beni. Demek ki aslında zamanda yolculuk zaten var; lakin sadece geriye.

Bir de bazı düşüncelerim var ki, ifade etmeye çalışsam çok basit görünecekler. Onun için kelimelere dökmüyorum, dökemiyorum. Kafamın içinde büyük ve önemli kalsınlar. Biz bize yeteriz.

Son olarak bir de şu var; hepinizin aynen bu ve benzeri şekillerde bir sürü hissi, fikri var. Biliyorum. Hepimiz adına Orhan Veli'den bildiriyorum: Anlatamıyorum.
 

2 Eylül 2013 Pazartesi

Mustafa Kutlu - Beyhude Ömrüm

Pastoral şiir tadında, elinize alınca su gibi akıp giden ve hemencek biten, son sayfalarında boğazınıza yumruk gibi oturacak bir kitap okumak istiyorsanız Beyhude Ömrüm'ü en kısa zamanda okumanız lazım.

Aslında kitapla ilgili tüm söyleyeceklerim bu kadar. Ne ara bittiğini anlamadım gerçekten. Araştırdığım kadarıyla da Mustafa Kutlu çok hoş sohbet bir insanmış. İnsanın oturup bir demlik çayı bitiresi geliyor kendisiyle.

Adını hiç öğrenemediğimiz, zaten tüm öyküyü de kendi dilinden dinlediğimiz bir baş karakterimiz var. Has Anadolu insanı, aile babası, bağ bahçe düşkünü. O kadar ki günün birinde tarlada çalışırken mola verdiği bir vakit gözünü Islak Kaya'ya dikiyor ve ah ulan felek diyor, şuraya bir bahçe yakışmaz mıydı?

Kitabın yarısı, hatta belki de biraz fazlası bu düşün peşinde, nispeten birbirine yakın tarih aralıklarında geçiyor. Daha sonraları zaman daha hızlı geçmeye, tüm anlatılanları adeta arkaplanda bir fon müziğiyle izlemeye başlıyorsunuz. Sonra bir de bakıyorsunuz ki boğazınızda bir düğüm, şaft kayık, vücudunuzun tüm hücreleri harap ve bitap düşmüş. Mustafa Kutlu hakikaten çok iyi bir hikaye anlatıcısıymış. Diğer kitaplarını da okumak lazım demek ki.

Yalnızlık, göç, gurbet kavramları üzerine de epey düşündürmüyor değil bu arada. Belki de kitabın bende bu kadar etki bırakmasının sebeplerinden birisi budur. Ben de Çanakkale'deki özellikle ilk iki haftamda çok sıkıntı çekmiştim, yalnızlık ve gurbet duygularıyla bol bol haşır neşir olmuştum. Zor zamanlardı, ey gidi...

Kitaptan bir iki ufak alıntıyla sözü daha fazla uzatmadan bitirmek en güzeli olacak sanırım. Kendinize iyi bakın ve imkanınız varsa bu kitabı okuyun.
  • İnsanoğlunun bir yerde, bir işte yalnız olmadığını anlamaması ne kadar güzel bir şey.
    Kalpten kalbe giden yol bu olsa gerek.
  • Gülüştük.
    Nedir yani; bir karı-kocanın dağ başında bir köylü de olsa, birbirini sevip sayması bahtiyarlık değil midir? O sıra her ikisi de birbirine bakıp:
    "Cenab-ı Hak seni bana, çoluk-çocuğuma bağışlasın" diye içinden geçirmesi çok mudur.
    Her derdin ilacı; bir tatlı tebessüm, iki güzel söz.
  • Dünya dediğimiz de bir gurbet değil mi?
  • Gönüle küskün olmaktan kötü bir şey yok şu dünyada.
  • Öyle, bir tahta üstüne oturup derdime yanıyorum. Erkek adam eşinde önce gitmeli. Yaşlı bir erkek eşini kaybedince yetim çocuğa dönüyor; eli iş tutmaz, kendine bakamaz. Oysa kadınlar daha metin ve yalnızlığa dayanıklı.
NOT: Yaz Okuma Etkninliği, yazar veya kitap karakteriyle isim soyisim benzerliği kategorisi, 25 puan. Saygılar.

Az kalsın unutuyordum dipnotu: Kitapta çok az geçmesine rağmen sırf savunma avukatı Cöngün Ali Efe'yi tanımak için bile okunabilir bu kitap. Umarım iyice işkillenmişsinizdir. Hadi ben kaçtım. :)
 

1 Eylül 2013 Pazar

Fyodor M. Dostoyevski - Öyküler

Dostoyevski, kronolojik sırada tüm eserlerini okumak istediğim yazarların başında geliyordu. Elimden geldiğince bir sıralama yapmış ve İnsancıklar ile de okumaya başlamıştım. Fakat sonra fark ettim ki bir sürü de öyküsü var Dostoyevski'nin. Dolayısıyla ben de İletişim Yayınları'nın çıkarmış olduğu bu kitabı okumaya karar verdim.

Kitapta on beş tane öykü var uzunlu kısalı. Kimisi elli küsür sayfaya kadar sürebilirken kimisi on beş yirmi sayfa kadar ancak var. Hatta çok beğendiğim bir öykü var ki kendisi sadece dört sayfa: İki İntihar. Sadece bu öyküyü okuyarak herhalde Dostoyevski hakkında az çok fikir sahibi olabilir insan. Öykünün son satırlarında sorduğu sorularla insanı düşündürüyor. Gerçi düşündürüyor deyince olmadı pek. Çünkü neden? Çünkü Dostoyevski'nin tüm eserleri insanı düşündürüyor. Özele indirgeyecek bir durum yok yani ortada.

Bobok, Küçük Kahraman, İki İntihar ve Polzunkov... Bu dört öyküyü diğerlerinden daha çok sevdim; özellikle Bobok ve İki İntihar'ı. İkisi de çok çok iyi gerçekten. Birisi bilincin ölümsüz olduğunu, öldükten sonra sadece bedenin işlevini kaybettiğini, bilincinse yerinde kaldığını anlatacak bir içeriğe sahip; diğeriyse yukarıda bahsettiğim gibi özellikle sonu ile insanı iki intihar arasında, daha doğrusu intiharda başrol oynayan karakterler hakkında sorgulamaya iten ve bunu etkileyici bir şekilde başaran bir içeriğe.

Dostoyevski okumanın benim açımdan en büyük zorluğu, ama bir dakika, bunu sadece Dostoyevski'ye bağlamak doğru olmaz; genel olarak Rus Edebiyatı'na ait bir eser okurken beni en çok zorlayan şey karakter isimlerinin kalabalık ve birbirlerine çok benzer oluşu. Mesela İvan Petroviç'le Pyotr İvanıç'ın başrolde olduğu Dokuz Mektupta Bir Roman. Zaten bir İvanoviç var ki mübareğin olmadığı yer yok. Bizdeki Ahmet, Mehmet gibi bir isim herhalde. Adım başı İvan İvanoviç, Vasilyeviç, Fedorovna kaynıyor ortalık (Vasilyeviç'i ben şimdi uydurdum, yanlış olmasın). Yer yer komiğime de gitmiyor değil açıkçası bu durum. Tuhaf...

Büyük çoğunluğu günümüzden ortalama yüz altmış yıl önce yazılmış bu öykülerde Dostoyevski, karakterlerini hep birbirlerine saygılı bir şekilde konuşturuyor. Sen olarak hitap edilen karakterler bunu derin bir saygısızlık olarak görüyorlar. Dönemin Rus bürokrasisi mi diyeyim, kültürünün getirisi mi diyeyim, işte öyle bir şeyden dolayı. Ama tabii Dostoyevski'nin sevdiğim tarafı karakterlerin birbirleriyle konuşmaları değil, iç konuşmaları. Düşünceler, düşünceler, düşünceler... Neredeyse on sayfaya varan tek paragraflar, iç muhasebeler, çekiştirmeler... Kabul etmem lazım ki beş yıl öncesine kadar bu tip kitaplar okumak eziyet gelirdi bana. Zaman geçtikçe bu uzun paragraflar daha çok hoşuma gitmeye başladı. İnsan değişiyor tabii.

Dostoyevski'nin herhangi bir kitabı için bunu okumasanız da olur diyebilecek birisi değilim. Bilakis, biri çıkıp bunu dese tuhafıma gider. Neden bilmiyorum. Önyargılı bir şekilde sevdiğim insanlardan birisi herhalde Dostoyevski. Büyük ihtimalle evet. Bu paragraftan çıkan sonuç: en azından şu yukarıda bahsettiğim dört öyküyü okumanızı çok isterim. Belki de geri kalan on bir tane öyküde daha fazla seveceğiniz cevherler de vardır. En iyisi siz kitabı hepten okuyun. Ne kaybedersiniz? Beni Dostoyevski'nin avukatı gibi konuşturuyorsunuz burda, çok ayıp.

Bu arada bu gece kitabı bitirince Facebook hesabımda şöyle bir durum güncellemesi yapmıştım. Herhalde bu zevzekliği yapmasam çatlardım. Yaptım, şimdi de inşallah çarpılmam diye dua ediyorum.

Dostoyevski okuyorum, kulaklarım tıkalı
Önce hafiften bir sıkıntı basıyor;
Yavaş yavaş uçuşuyor
Fikirler, sinapslarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Raskolnikov'un hiç dinmeyen iç hesaplaşmaları,
Dostoyevski okuyorum, kulaklarım tıkalı.

Evet, bu ibretlik paylaşımımı da yaptığıma göre toparlayıp gideyim ben. Yaz Okuma Etkinliği'mize 400 sayfadan uzun bir kitap okuma kategorisinde eklediğim bu kitabın ardından önümüzdeki kitaplara bakacağız diyorum. Yazımı da kitaptan altını çizdiğim birkaç alıntı ile bitiriyorum. Hoşça kalın.
  • Gururlu insanlar özellikle daha iyidirler, yeter ki... onlardan üstün olduğunuzdan kuşkunuz olmasın. (Uysal Bir Kız)
  • ... yani, gördüğünüz gibi, herhangi bir düşünceyi sözcüklerle anlatmaya kalkıştığınızda son derece aptalca bir durum çıkıyor ortaya. Kendiniz bile utanıyorsunuz bu yaptığınızdan. Peki ama neden? Bir nedeni yok. Hepimiz değersiz yaratıklarız çünkü ve gerçeğe katlanamıyoruz, ya da bilmiyorum işte... (Uysal Bir Kız)
  • Ah, insanın gerçeği yalnız kendisinin bilmesi ne zor bir şey. (Tuhaf Bir Adamın Rüyası)
  • Işıklar hüzün veriyordu insana, çünkü her şeyi aydınlatıyorlardı. (Tuhaf Bir Adamın Rüyası)
  • Bizde gerçi adamı delirtmesine delirtiyorlar ama şimdiye kadar kimseyi daha akıllı yaptıklarını görmedik. (Bobok)
  • Bizde, genel konularda bilgisi olan kimselerin burunlarını uzmanlık isteyen işlere sokmaları, çok sık görülen bir durumdur. (Bobok)
  • Ve nihayet, bütün bu dünya; güçlüleriyle, güçsüzleriyle, yoksulların kulübeleriyle, barınaklarıyla, zenginlerin, güçlülerin gösterişli, mutluluk kaynakları saraylarıyla bütün bu dünya, koyu mavi gökyüzüne duman gibi yükselecek fantastik, sihirli bir düşe benziyordu. (Bir Yufka Yürek)
  • Birkaç kişi özellikle çıkıyordu ön plana. Kuşkusuz, sıra başkalarını çekiştirmeye, dedikoduya da geliyordu. Çünkü onların olmadığı bir dünya düşünülemez, dahası çekiştirme, dedikodu olmasaydı milyonlarca insan sıkıntıdan sinekler gibi ölürdü. (Küçük Kahraman)