20 Mayıs 2014 Salı

Anatole France - Kırmızı Zambak

Sevgili Galyalılar,

Hepinizi saygıyla selamlıyorum! Nasılsınız? Ne var ne yok? O kadar beğenmediğim bir kitapla karşınızdayım ki havadan sudan konuşup Allah aşkına o konuya hiç girmeyelim diye ısrar edesim var. Onun için bir şeyler anlatırsanız dinlemeye hazırım. Evet? Yok mu kimse? Vay arkadaş... O zaman ben biraz laf kalabalığı yapayım.

Öncelikle neden böyle bir giriş yaptım, bilmiyorum. Ama uzun zamandır içimde Asteriks ve Oburiks filmlerini tekrar izleme isteği var. Ondan olsa gerek.

Daha doğrusunu isterseniz böyle buhranlı zamanlarda hep kafamda bir yerlere gidip orada yaşamayı hayal ederim. Soma'daki elim kaza sebebiyle ne yazasım ne de okuyasım var bir haftadır. Herkes yazdı, çizdi; benim elim gitmedi açıkçası. Kimsenin söylemediği ne söyleyebilirdim? Hiçbir şey. Umarım bu da unutulmaz hemen.

Neyse, kitaptan bahsedeyim biraz da ayıp olmasın. Hiç sarmadı beni bu kitap, hem de hiç! Gerçekten uzun zamandır ne bir kitap elimde bu kadar sürünmüştü ne de sayfalar bitmek bilmemişti. Neden böyle oldu?

Çok fazla karakter var. Buna rağmen en temel karakterler bile adam gibi tanıtılmamış. İsimler zaten yer yer acayip derecede karışıyor. Kendimi hiçbir karakterle özdeşleştiremedim, kimsenin yanında duracak kadar yanaşıp romanın havasına dahil olamadım. Adeta üst kat locasında elimde dürbünle opera izler gibi okudum kitabı. Ama bakın, gerçekten ben okudum. Yani kitap kendini hiç okutmuyor yoksa.

Aslında konu çok sağlam: kıskançlık. Bir aşk üçgeni var esasında anlatılan. Ama yani, böyle mi anlatılır sevgili Franceçığım? Bak, soyadı olarak koca ülkenin ismini taşıyorsun. Biraz daha dikkat edelim, lütfen.

Kitap, ilk baskısını 1894'te yapmış. Bunu neden söylüyorum? Çünkü Anatole France Nobel Edebiyat Ödül'ü almış birisi. Ama ödülü 1921'de almış. Demek ki sonraki dönem işlerine de bakmak lazım. Şahsen bana sorsalar şu anda değil Nobel almasını, bu kadar tanınmasını bile açıklayamam.

Aramızda bu kitabı okumuş ve beğenmiş olanların tüm eleştirilerine açığım. Tabii ki ben epeyce abarttım sevemediğim için ama gözden kaçırdığım devasa bir alt metin falan yoksa gerçekten de o kadar güzel bir kitap değil Kırmızı Zambak.

Benim aklıma takılan asıl mesele ben bu kitabı okuma listemden seçtim. Ne ara, ne akılla yazmışım acaba oraya? Hani biri tavsiye etmişse keşke o kişinin adını yazsaymışım. Hiç hatırlamıyorum. Tüh...

Durum özetle bu millet. Büyük ihtimalle hiç tadımın tuzumun olmadığı bir dönemde okumuş olmamın da etkisi büyüktür beğenmemiş olmamda. Fakat takdir edersiniz ki her şeyin bir şeyi var yani. What can I do sometimes?

Ha, unutmadan, kitabın tek iyi yanı Tahsin Yücel'in çevirisi. Hani Allah muhafaza bir de nispeten zayıf bir çevirmenden okumuş olsam herhalde iki ay daha bitiremezdim.

Benim söyleyeceklerim bunlar. Bence bu kitabı okuyun. Sonra da gelip beraber kızalım. Tek başıma kaldım, patlayacağım böyle. Gideyim de kendi çapımda patlayayım bari. Yeter burada bu kadar isyan ettiğim.

Ayrıca Kırmızı Zambak da ne alaka? Bu kitaba bu isim hiç olmamış. Hıh!
 

11 Mayıs 2014 Pazar

Sevim Koş, Oğlun Geldi

"Kadınlar zayıftır; ama anneler kuvvetlidir." (Victor Hugo)

Meraklı bir insanımdır. Zaman zaman acaba anne olmak nasıl bir his diye merak ettiğim de olur o yüzden. Anne olmak... Aslında çok ama çok basit. Erkeğim, bitti. Ne düşünüyorsun, değil mi? Ama işte öyle değil. Merak...

Geçmiş senelerde bir araştırma okumuştum. Bir insanın çekebileceği fiziksel acıları sıralamışlar. İlk üçte doğum yapmak, böbrek taşı düşürmek ve diş ağrısı çekmek varmış. Erkekler zaten doğum yapma eşiğinden aşağıdalarmış. Yani bir kere o kadar dayanıklı değiliz. Doğum anında gidiyorsun yani kafadan. Beden kaldırmıyor.

Ama kadınlar bunu yapabiliyor, anneler yapabiliyor. Bu yüzden bence her anne biraz süper kahraman. Mesela güdümlü terlik fırlatma konusunda da uzmanlar. Sonra, bildiğin düşünce okuyabiliyorlar. Anne dediğimiz organizma, evladı ağzını açmadan sıkıntısını bilebiliyor. Evet evet, süper kahraman ya bu anneler. 

Kendimi zorluyorum, en eski anımda üç yaşındayım. Belki azcık daha büyüğüm. Ama ondan öncesi yok, sıfır. İşte burada yine devreye anneler giriyor, annem giriyor. Hayatımdaki her şeyin ilkini ondan öğreniyorum. Ne zaman, saat kaçta doğmuşum? Hangi hastalıkları geçirmişim? Ne zaman konuşmuşum, ilk ne demişim? Ne bileyim, ölüm tehlikesi atlatmış mıyım? Bir sürü soru, bir sürü. Tüm cevaplar annemde. Allah'a şükür kadında da bir hafıza var, günü bile hatırlıyor. Ben öğrencilik zamanımda tatil zamanları bile karıştırırdım günleri. Yine uzun tatilim olsun, yine karıştırırım gerçi.

Bu durumda annem, benim bile kendimden esirgediğim sistem dosyalarımı bana hiç sıkıntı çıkarmadan ve defalarca verebilen bir sunucu. Hehehee, görüyorsun değil mi Haşmet? Adam oldum da anlamayacağın cümle kuruyorum. Son onca uğraş, büyüt, adam etmeye çalış. Sonuç bu. Ama bence sen sırf bu anlamadığın cümle için benimle gurur duyuyorsundur. Zira okumanın önemini o kadar hissettirdin ki bana başka şansım yoktu, okuyacaktım. Okuttun(uz), Allah razı olsun.

Tabii burda Haşmet babaciimi anmazsam çarpılabilirim. Ama madem kapitalist düzene uyduk bir kere, onunkini de zamanı gelince yazarım. Ayrıca benim babam hepinizin babasıyla on numara anlaşır. Prensip olarak şiddete karşıyız.

Ne diyordum Haşmet? Bu arada annemin adı Sevim, babamınki de Cahit. Neden Haşmet diorsun diye merak edenleriniz için anahtar kelime Sürahi Hanım. Gerisi sizde.

Kısacası annem, seni çok seviyorum. Yaptığın sarmaları da çok seviyorum. Yeri geldi mi kızmanı da seviyorum. Kahkaha atmanı da seviyorum. Seni özlemeyi bile seviyorum. Seninle geçen her an sevimli, sensiz geçen her an sevimsiz. Anneler Günün kutlu olsun.

Tabii ki tüm annelerin, anne adaylarının da Anneler Günü kutlu olsun. Tüm annelerimizin ellerinden öperim. Kendimizi sizlere borçluyuz. İyi ki varsınız.

"Göğsünden ilk sütü emdiği an.
Öyle yükseldi ki ruhu Havva'nın, başı arş-ı rahmana vardı.
Cennetten sürgün edilmiş kadının cennet şimdi ayaklarının altındaydı."
(Nazan Bekiroğlu - Lâ: Sonsuzluk Hecesi)


7 Mayıs 2014 Çarşamba

Oğuz Atay - Korkuyu Beklerken

Öyküler, öykülerimiz, Oğuzcuğumuz Atay'ın öyküleri... Kafamdakiler karman çorman, sıraya koyup yazmaya başlasam iyi olacak hepsi uçup gitmeden. Hemen başlıyorum o yüzden. Biraz selamsız sabahsız oldu bu sefer, idare ediverin.

Sekiz tane öyküden oluşan bir derleme Korkuyu Beklerken. Yine hepsinde temel olarak 'tutunamayan insan' var ya da insanlar. Bu ne demek? Okurken yine çok derinlere dalıyoruz demek. Kısaca öyküler hakkında birkaç kelam etmek istiyorum yüksek müsaadenizle; ama önce öykülerin isimlerini bir listeleyeyim:
  • beyaz mantolu adam
  • unutulan
  • korkuyu beklerken
  • bir mektup
  • ne evet ne hayır
  • tahta at
  • babama mektup
  • demiryolu hikâyecileri - bir rüya
beyaz mantolu adam'dan başlayayım (kitapta öykü isimleri küçük harfle yazıldığından ben de geleneği sürdüreyim dedim). Vakti zamanında Tutunamayanlar'la ilgili yazdığım yazıda Oğuz Atay'ın Yusuf Atılgan ile olan ilişkisinden bahsetmiştim. Bu öyküyü okurken adeta bir Yusuf Atılgan eseri okuyor gibi oldum aslında, tabii Atay'ın kendine has üslubu işi değiştiriyor ama bana sorarsanız temel olarak bu öykü de ufak bir Aylak Adam veya Anayurt Oteli. Hatta Camus'nun Yabancı'sı biraz da. Yani toplumdan uzaklaşmış birisini takip ediyoruz bu öyküde. Çok etkileyici olduğunu söylemem lazım.

unutulan ise nasıl desem, çarpıcı bir öykü. Ne oluyor ne bitiyor anladığımda yok artık, nasıl ya deyip devam ettim okumaya. Çatı katında 'unutulmuş' bir sevgili söz konusu. Kısa filme de çekilmiş bu arada bu öykü ve gayet başarılı olmuş bence. İzlemek isteyenleri böyle alalım.

Kitaba ismini veren korkuyu beklerken, en uzun öykü. Altmış küsür sayfa olması lazım, öyle hatırlıyorum. Şimdi bakmaya üşendim de biraz. Karanlık bir öykü. Bu kelimeyle açıklanır gibi geliyor yani bana. Belki paranoyak da diyebiliriz ama Oğuz Atay kızar o zaman, olabildiğince kendi kelimelerimizle anlatsak daha güzel. Türkçe neyimize yetmiyor, değil mi? Öykünün ismini önceleri hiç düşünmemişim, onu fark ettim. Okuyunca biraz tuhaf oldum o yüzden; çünkü beklemediğim bir şekilde kendini eve kapatıp 'korkuyu bekleyen' bir baş karakter söz konusu. Şimdi böyle yazınca 'e, bunu mu anlamamışsın' demeyelim lütfen. İnsanlık hâli, öyle düşünememişim diyelim.

bir mektup, gönderilemeyen ve yana yakıla yazılan bir mektup. Biraz dolaştım internette, bu öykü için Dostoyevski kokuyor sanki diyenler var. Hakikaten öyle, gerçekten bir Dostoyevski gibi rahatsız ediciliği var. Oğuz Atay'ın kendi rahatsız edici tarzından ziyade Dostoyevski'nin rahatsız ediciliği. Rahatsız. Edici. Yeterince 'rahatsız' yazdım sanırım. Rahatsız oldunuz mu? Olmayın. Rahatsız olmanızı istemem.

ne evet ne hayır, benim en sevdiğim ve beğendiğim öykü oldu. Aslında belki de en hafif ve amiyane tabirle boş öykü kitaptaki. Ama o kadar yüksek bir kara mizah dozu var ki okurken karnıma ağrı girecek sandım gülmekten. Oğuz Atay'ın bu çok ince ama zekice kara mizahı benim en sevdiğim yanı. Çünkü ben de bir arkadaşın deyimiyle 'absürd komedi' türünde birisiymişim ki çok doğru. Tür derken, insanları kitaplar üzerinden sınıflandırıyor idik. Yani cins olmam gibi anlaşılmasın. Bilakis çok mülayim bir insanımdır.

tahta at, ooo, şimdi bunun için ne demek lazım? Hımmm... Giydirmiş Oğuz Atay, ben öyle demek istiyorum. Gelene geçene, düzene, ona buna giydirmiş. Çok iyi olmuş çok da güzel iyi olmuş taam mı? Ben daha ne desem boş. Okuyun, anlarsınız. Adam yazmış. Bu paragrafı biraz daha uzatırsam el kol hareketi yapmaya başlayacakmışım gibi bir his var içimde, onun için bir sonraki öyküye geçiyorum.

babama mektup, bu da diyebilirim ki en sevdiğim ikinci öykü oldu. Vefat etmiş bir babaya yazılıyor mektup, oğlu tarafından. Biraz serzeniş, biraz sitem, en içte sevgi ve muhabbet var. Altı çizilecek güzel ve etkileyici cümleler var. Ben birini paylaşmak istiyorum: "Gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım: Yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?" Biraz farklı bir mektup olduğunu anlamışsınızdır diye düşünüyorum.

Son öykümüz olan demiryolu hikâyecileri de mükemmel bir sona sahip. Ama öyle böyle bir sonu yok. Son sayfayı baştan sona işaretledim dersem belki anlatabilmiş olurum. Öyküyü okumak isteyenlerin keyfini kaçırmamak adına alıntı olarak paylaşmayayım burada ama isteyen buradan okuyabilir o son kısmı.

Toparlarsam, şunu söylemem gerek öncelikle. Oğuz Atay'ın öykücü kimliği de romancı kimliğinden aşağı kalır değil. Ama ben yine de romancı tarafını daha çok sevdim sanırım. Çünkü anlattığı çaresiz ve sıkışmış tiplerin kafasının içindekileri uzun uzun yazdığı satırlar onu Oğuz Atay yapıyor benim için. Burada mesela en uzun öykü altmış küsür sayfayken Tutunamayanlar'daki bilinç akışı tekniğiyle yazılmış bölüm seksen yedi sayfa falandı. Hacimli kitapları daha güzel diyorum bu yüzden. Çünkü içlerinde okura nefes aldırmak için araya serptiği inanılmaz detaylar ve tespitler daha fazla yer alıyor onlarda. Fark edebileceğiniz üzere bu biraz da benim açgözlülüğümden kaynaklı.

Bir Oğuz Atay eserinin daha sonuna gelmiş olmanın verdiği 'e, şimdi ben n'apacağım?' hissiyle hepinize selam ederim. Bu yazımı da yüzsüzlük ederek Oğuz Atay'ın o güzel alıntısıyla bitirmek istiyorum. Kendinize iyi bakın.

Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?

1 Mayıs 2014 Perşembe

Emily Brontë - Uğultulu Tepeler

Yıl 1847. Emily Brontë'nin ilk ve tek kitabı (ufak işleri görmezden gelelim, birbirimizi kırmayalım) Uğultulu Tepeler ilk baskısını yapıyor. Bir yıl sonra da daha 30 yaşındayken hayata gözlerini yumuyor Emily. Birazdan elimden geldiğince anlatacağım ama böyle güçlü bir kitabı yazabilmiş birisinin bu kadar genç ölmesi... Haksızlık! Bana öyle geliyor en azından.

Brontë soyadını bugüne kadar Jane Eyre ile özdeşlemiş olan Charlotte Brontë'den biliyordum hep. Emily de Charlotte Brontë'nin kız kardeşi zaten. Hatta bir de Agnes Grey'le adını duyuran Anne Brontë var bu kardeşler arasında. Ailecek dönemin nabzını tutmuşlar desek yeridir. Belki de değildir. Ama ben dedim bir kere.

Uğultulu Tepeler, gördüğüm kadarıyla Rüzgârlı Bayır ve Rüzgârlı Tepe isimleri ile de çevrilmiş. Fakat kitabın girişinde Emily Brontë 'uğultulu' için 'wuthering' kelimesini açıklamış. Bilmeyenler için kitabın orijinal isminin Wuthering Heights olduğunu belirtelim bu arada. Kitapta anlatılan şekliyle de rüzgârdan ziyade uğultu daha iyi karşılıyor bence de söylenmek isteneni.

Kitap, en başta da söylediğim gibi 'güçlü' bir kitap. Bununla ne demek istiyorum? Hımmm, öyle sorunca pek olmadı tabii. Şöyle diyelim: kitapta öyle altını çizeceğiniz, ooohaaaa diyeceğiniz olaylar ve laflar yok gibi bir şey. Ama anlatılan konular o kadar etkili anlatılıyor ki uzun zaman sonra sanırım bir kitabı okurken gerçekten sinirlendim. Deli olacağım dedim bir ara herhalde, bu kadarı da fazla lan. Az insan ol lan Heathcliff dedim.

Gerçi Heatcliff de kendi içinde en tutarlı arkadaş kitaptaki, bence. Kitabı okumayanlar için biraz bilgi vermiş olacağım ama o kadar olsun artık. Adamın kötülüğü, aslında kötülüğünden değil; nefretinden, yedirememesinden, bir sürü değil de tek ama acımasız bir 'neden?'den. Adam, it gibi sevmiş lan. Öyle böyle sevmemiş yani. Haliyle hayatı zaten zindan. Seveni olmaması (okuyanlar istisnayı bilirler, söylemeye gerek yok) da ondan. Onun tüm bunları hiçe sayması da ondan. Evet gençler, gördüğünüz gibi her şeyin fazlası gerçekten zarar; söz konusu sevmek bile olsa. (Konuları daha iyi bağlamayı öğrenmem lazım benim.)

Kurgusuna baktığımızda kitabın aslen bir dedikodu kitabı olduğunu görüyoruz. Dışardan görsek hizmetçi gibi hizmetçi ha, bundan her eve lazım (kitabın 1700'ün sonları ile 1800'ün başlarında geçtiğini unutmayalım) diyeceğimiz canımız ciğerimiz Mrs. Dean olan biten ne varsa anlatıyor daha yeni tanıdığı Mr. Lockwood'a. Maşallah, kadında da öyle bir hafıza var ki düşünseli diye taşı yanında, o derece.

Dolayısıyla kitap aslında bir anı kitabı. Tüm olayları Mrs. Dean'dan dinlediğimiz için kitap için koca bir monolog da diyebiliriz. Bunlar benim hoşuma giden tarzda işler, kötülemiyorum. Kurgu için de kitabın en başında, yaklaşık olarak kitabın sonundan bir sahne görüp daha sonra en baştan tüm anıları Mrs. Dean'den dinlemek de sevdiğim tarzda bir iş. Tek kötü yanı ilk elli sayfada falan isimlerin ve ilişkilerin acayip karışık gelmesi. Ama sabredip az ilerlerseniz hepsi mükemmel bir şekilde oturuyor yerli yerine. Heathcliff de öyle, kodu mu oturtuyor. Bunun da konumuzla ne alakası varsa artık...

Kitabın dili çok akıcı bu arada, çevirisi de çok iyi. Emily Brontë'nin genç yaşta ölmesi haksızlık dememin sebebi bu. Kitaptaki karakterlerin birçoğunda gerçek hayattaki tanıdıklarının izleri varmış. Demek ki gözlem yeteneği de en az dile hakimiyeti kadar yüksekmiş. Ah, biraz daha yaşamış olsaydı... Çeviri için de Naciye Akseki Öncül'ü huzurlarınızda alkışlamak istiyorum. Yer yer çok matrak olan diyalogları ustaca aktarmış dilimize. O dönemin İngilizcesi düşünüldüğünde sokak ağzında konuşan Hareton'ın ifadelerini düzgün çevirmek oldukça zor bir iş ola gerek. Öyle 'I go, you go, we go' falan değil yani. O kadarını ben de biliyorum. Kısaca; 'yürüyün, gidiyh' demek. Buradan yayınevlerine selam ederim.

Bahsetmeyi unuttuğum bir şey kaldı mı diye düşünüyorum. Hımm, şunu da söylemem lazım tamamen kendi görüşüm olduğu için. Geçenlerde okuduğum Aşk ve Gurur da yaklaşık olarak aynı tarihlerde geçen bir kitaptı. Bu iki kitabın temel farkı birisinin orta ve elit tabakayı, yani şehir hayatını anlatması; diğerinin ise kırsal ve köylü bir ortamı esas alması. Ve ben bir kez daha fark ettim ki Aşk ve Gurur'daki elit tabakadansa pastoral bir Uğultulu Tepeler daha 'bana göre'. Kitapların iyiliği kötülüğü için demiyorum bunu, yaşam tarzı için diyorum. Mesela okuyanlar bilecektir, Uğultulu Tepeler'de gıcık bir Joseph var, aynı ben mübarek.

Bir sürü film uyarlaması varmış Uğultulu Tepeler'in. İki tanesini gözüme kestirdim; biri ilk olduğu için 1939 yapımlı olan, diğeri de Ralph Fiennes sevgimden dolay 1992 yapımlı olan. İlerleyen tarihlerde bu iki filmi izlemeyi düşünüyorum. Ama araya biraz zaman girmesi lazım, erkenden izlersem sıkılacağımdan eminim.

Söyleyecek bir şeyim kalmadı sanırım. Bu kitabı okuyun diyerek vicdanen baskımı da yapayım ve gideyim. Hoşça kalın.