31 Aralık 2012 Pazartesi

Bir Sene Daha Karala

Başlık tabii ki burdan; bilen bilir, bilmeyen de, eee, bilmez yani. Önemli olan niyet...

Epeydir düşündüğüm bu yazıya nihayet başlayabildim ve tuhaftır ki bugün içerisinde de bitirmem lazım. Dedim 2012'mi özetleyen bir yazı yazayım; zira önemli gelişmelerin yaşandığı bir yıl oldu, hatrı kalmasın.

Evet sevgili seyirciler, bakalım 2012 yılında neler neler olmuş...


  • Ocak, hımmm, finallere çalışmak ve işe giriş için belge toplamakla geçmişti. Sevmemiştim bu yılın ilk ayını pek. 
  • Şubat, ara tatilde memlekete gidemediğim için pek bi yavan geçmişti ama iş hayatımın ilk deneyimine merhaba demiştim. Onun için de güzeldi. Ve evet, hala o işte çalışıyorum. 
  • Mart, Nisan ve Mayıs her zamanki gibi gevşekti; gerçi vizeler ve son dönem dolayısıyla okul falan amaaaaan, sosyal bişe yapamadık işte, onun için gevşekti.
  • Haziran... Haziran önemliydi. Mezun oldum uleynn!

Evet, ilk altı ay böyleydi. Bir paragraf yapayım da kendime geleyim istedim. Naber bu arada, ne var ne yok? :)

  • Temmuz, ev taşımakla ve Edgar Allan Poe okumakla geçen bir aydı.
  • Ağustos, onun da Temmuz'dan aşağı kalır yanı yoktu yani. Sıcaktı ama, fena sıcaktı yani.
  • Eylül, hayatımdaki dönüm noktalarına sahip anlardan oluştu diyebilirim ki en önemlilerinden birisi İstanbul'a taşınmaktı.
  • Ekim, neden bilmiyorum ama olağandan fazla karamsarlığa kapıldığım bir ay oldu (ulama yanlışına düşüp ayol diye okuyanları esefle kınıyorum, mesela ben yazarken dahi öyle okudum (: ). İyi ki şu organizasyon bu aydaydı da ordan kurtardım yani.
  • Kasım da işte napsın, kendi halinde takılan bir ay oldu. Belki de hayatım ancak monotonlaşmaya başlamıştır.
  • Vee Aralık, ayrı bir paragrafı hak ediyor tabii ki. Çünkü neden? Çünkü ben Aralık doğumluyum. Sonra babaciiimin bizi ziyareti süperdi, onu da unutmamak lazm. Aralık güzeldir. :)

Daha şimdiden zıvanadan çıktı bu yazı sanki. Ama hazır başlamışken devamını da getirmek lazım. Peki, sırada ne olsun? Bence bu yıl okuduklarımdan ve izlediklerimden falan bahsedip bir iki öneride bulunayım. Bakarsın birine bir faydamız dokunur, fikir veririz. Ah, ne kadar da düşünceliyim.

Efem, vakti zamanında şurda bahsetmiştim. Bu yıl kendime 17 kitap hedefi koymuştum ve sebebim de derslerin ağırlığı filandan dolayı üç haftada bir kitap ancak bitiririm idi. Epeyce şiir kitabı okudum, onlar belki okunmuş kitap sayılamayabilir diye ben de toplamda 23 tane okudum. İşte o kitaplar!!! Bunların içinden şiir kitaplarının hepsi okunmalı bence, onun haricinde de ille okuyun dediğim var mı diye sorarsanıııız Edgar Allan Poe'nun Bütün Öyküler'ini, Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan'ını ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü okuyun derim. Bunlar ille de dediklerim ama. Yoksa hepsini okuyabilene tabii ki lafım yok, bilakis saygım var.

Filmler... Bu yıl tamı tamına 111 film izlemişim sayın okuyucu. Bana göre büyük bir sayı; çünkü ben bu yıl daha çok dizi izlediğimi düşünüyorum. Birazdan onlardan da bahsedeceğim ama bu 111 film içinde şimdi isimlerini yazacaklarımı izlemenizi tavsiye ederim:
Yuh! Yoruldum!

Gel gelelim dizilere... Genelde diziler konusunda bitmemiş dizileri izleyememe gibi bir takıntım var ama bu yıl izlediğim dizilerden bir tanesi bitti: House M.D. Bunun dışında devam edenlerden de Spartacus: Blood and Sand'in ikinci sezonu geldi geçti.

Baştan sona izlediğim dizilerse şunlar efem:
  • Battlestar Galactica (bir ton webisode'u, TV filmi vs. ile birlikte; bu dizi çok başka bir diziydi, ey gidi; bi So Say We All diyeyim de gazım dinsin),
  • Mortal Kombat: Legacy (bunu da bi gazla izledim ama devamına dair bi ses çıkmadı),
  • Freaks and Geeks (tek sezonda bitirilmiş ve hunharca harcanmış bir dizi),
  • The IT Crowd (bu diziyi herkes sevemeyebilir ama tam benlik olduğu da bir gerçek),
  • Carnivale (devamını hala merak ettiğim süperötesi dizi, ah ulan ya),
  • Rome (bunun masrafı çok diye Carnivale iptal edilmiş ama evet, bu dizinin marafı devasaymış, o kostümler falan...),
  • Coupling,
  • The Sopranos (bu yıl izlediğim dizilerde birincilik için Carnivale'le yarışır, bunun da sonu bildiğin kusursuz; daha doğrusu son sezonunun tamamı),
  • Dr. Horrible's Sing-Along Blog (Joss Whedon'dan çerezlik ve süper bir mini dizi)
  • veeee halen devam etmekte olan The Office.
  • Tabii halihazırda The Big Bang Theory'yi de izliyorum.
Üç tane de anime izlemişim 2012'de;
Baccano!'yu tavsiye ederim ama en az bi ilk yedi bölüm bir şey anlamayacaksınız büyük ihtimalle. Erufen Rito'yu da tavsiye ederim ama sonunda çok fena olma ihtimaliniz var, ona göre. 

Üff, amma konuştum haa. Yeni yıla dair bir iki hedefimden de bahsedecektim ama onlar da yeni yılın ilk yazısına kaldı artık.

Neyse efem, dinlediğiniz için teşekkür ederim. Hepinize en güzelinden bir yıl dilerim. Kimileriniz 2012'de kıyamet kopmadı diye üzülüyor olabilir, onlara da hak veriyorum. Çekilir mi la bu dünyanın çilesi? :)) Huzurlu bir 2013 diliyorum hepimize, esen kalın.


30 Aralık 2012 Pazar

N'oluyo Lan?!

Dün gece mutlu mutlu takılıyordum bilgisayarda. Karikatürlere falan bakıyordum, bir iki arkadaşla laflamıştım vs. Sonra dedim bloglara bakayım ne var ne yok ahalide. Baktım da...

Klasik olduğu üzere dedim bi yandan da müzik dinleyeyim bari. Ama ne dinleyeceğime dair bir fikrim yoktu. Onun için gittim Youtbuecuuumdan rica ettim, dedim canım benim şu benim beğendiklerimi çal sen, yardır. Sağ olsun hiç ikiletmez lafımı, çok iyi anlaşırız.


Neyse efendim, ben başladım okumaya. Daha önce -en azından burada- hiç bahsettim mi bilmiyorum ama bazen dinlediğim müziği duymuyorum ben. Yani duyuyorum da mesela aradan üç şarkı geçmiş olsa hangileri olduğunu mümkün değil bilemem. Size de oluyordur bence. O kadar da yalnız değilim di mi lan?

İşte böyle neşeli başlamıştım ben bir şeyler okumaya. Bi on dakka kadar sonra baktım ki bi ağırlık çökmüş üzerime. Oha yani, nerdeyse ağlayacağım. Dedim nooluyo lan?! Bi de baktım Orhan Gencebay'dan Dokunma çalıyor. Vay arkadaş dedim ya, vay arkadaaaş! Müziğe geell. Bıraktım okumayı falan, şarkıyı başa sardım. Hani sigara içen birisi olsam garanti o an bi paketi gözden çıkarırdım yani. Oturdum, hakkını vere vere efkarlanıp şarkıyı bitirdim. Bi de üstüne tekrar dinledim mi? Evvvet, dinledim...


Aah ulan ahh aşamasına geldiğimi anlayıncaya kadar bu böyle devam etti. Sonra bi düşündüm, on beş dakika önce ben Kareli Battaniyem modundaydım. Bir de şu halime bak! Sonra tabii topladım hemen kendimi, patlattım ordan bi 'Ayem fiiiiliinn . . . .  guuuuuud' vee kendime geldim efem.

Bahsi geçen şarkıları da sırasıyla koydum: Kareli Battaniyem ile neşeli halimi, Dokunma ile bitmiş tükenmiş halimi ve I'm Feeling Good ile de toparlanmış halimi böylece özetleyebilirim sanırım.

Bu da böyle bir anımdır.


 

19 Aralık 2012 Çarşamba

24 Oldu İyi Mi?

Sevgili insancıklar, bugün itibariyle bu hayattaki yirmi dördüncü yılımı da doldurmuş bulunmaktayım. Yayında ve yapımda emeği geçen herkese teşekkür ederim öncelikle.

Can dostum güzel insanlar ve aynı zamanda ev arkadaşarım olan adaşım, kankam, Cengo ve Çora'nın sponsorluğunda gerçekleşen sürpriz partimizin özeti aşağı yukarı bu sayfadaki görsellerde olduğu gibi. O yüzden detaya girmek istemiyorum. Hayvan gibi yedik, içtik işte. Daha ne olacağıdı? En kötü günümüz böyle olsun inşallah.

Yaşamak böyle anılar sayesinde anlamlı oluyor işte. Doğum günümü çeşitli şekillerde kutlayan herkese teşekkür ederim. Geceyarısında kutlayan ve birinciliği kimseye kaptırmayan süper insana mesela, sonra sabahın köründe ben daha uykudayken yazdığı mesajlarla kutlayan ve rüyamın kısmen gerçekleşmesini sağlayan güzel insana, sonra arayıp sesimi duymak isteyen o müthiş insancıklara, sonra benim için beş saniyelik doğum günün kutlu olsun mesajlı videosu çeken kendisi gibi gönlü de kocaman güzel insana ve daha nicelerine... Hadi beni geçtim de sizler de iyi ki varsınız lan. Bu yazıyı okuyan okumayan herkes, iyimizle kötümüzle iyi ki hepimiz varız. Yatın kalkın bana dua edin, ben olmasaydım bugün evrene bu kadar pozitif enerjiyi kim gönderecekti ha, sorarım size. :)

Şen geldim, şen gidiyorum. Sizler de şen olun. Hem daha okula ilk başladığımızda ne öğrendik biz? Neeşeli ol kiii genç kalasııın, buu Dünya'dan da zevk alasııın...

Hoşça kalın, mutlu kalın efem.

16 Aralık 2012 Pazar

Threat Level Midnight

Yaklaşık bir aydır sardığım, büyük hayranlık ve takdirle izlediğim bir dizi var: The Office.

Hani bazı şeyler olur hayatınızda, anlatarak ifade edemezsiniz. Mesela bir yerde bir yemek yersiniz ama tadını tarif edemezsiniz, yemen lazım dersiniz. Bir film izlersiniz, anlatınca olmadı ama izlesen çok beğenirsin falan dersiniz. İşte bu The Office de benim için tam olarak bu tipte bir dizi oldu.

Mockumentary diyorlar elemanlar buna. Türkçesi var mı bilmiyorum ama sanırım 'dalgasal' diyebiliriz. Adamlar kameraya baka baka oynuyor falan filan. The Office'i bilen bilir zaten, bilmeyen de izlesin diyeceğim ama en azından ikinci sezonu bitirmeden sevemeyebilirsiniz.

Şu anda yedinci sezonun başlarındayım. Özel bir bölüm var yedinci sezonun başında; Threat Level Midnight. Michael Scott'ın hayal dünyası diyeyim, anlayan anlasın! Aslında dizinin bu sezonundaki on yedinci bölümüymüş de bu aynı zamanda ama ben izlemiş bulundum bir kere.

Yani nasıl anlatayım bilmiyorum. Sırf bir şeyler söylemiş olmak için yazıyorum bu yazıyı, öyle diyeyim. Tam olarak Michael Scott'lık bir film olmuş. Gülmekten hıçkırığa yakalandım yine zaten. Süperler adamlar ya; eğleniyorlar, eğlendiriyorlar. Zaten ilk altı sezonun çekim hatalarını da daha dün izlemiştim. Eğlenmeyi bilmiyoruz biz sanırım eğer bu arkadaşlarınki eğlenmekse.

Threat Level Minight ile ilgili son bir şey var söylemek istediğim ama hafif spoiler içerir ona göre: Michael'ın Toby ile olan ilişkisi bu kadar mı güzel işlenirmiş ya? Michael, elemanı kafasında hayvan tecavüzcüsü yapıyor ve ölümünü de kafasını patlatarak yapıyor. Abi bu nasıl bir şeydir ya?! Hahahaaaa... Bir de son sahne, yani jenerikten sonrası var ki dehşet!

The Office; absürd, saçma, komik, sıkıcı, aklınıza ne gelirse... Detayları seven, ufak şeylerden mutlu olan ya da üzülen biriyseniz kesin çok seversiniz. İzleyin. Beğenmeyebilirsiniz, bırakın. Ama bunu seven insanların yeri de gözümde bir başka olur sanıyorum. Kafa dengi olma meselesi biraz da herhalde.

Hhhhhh, oh be, rahatladım. Hahaaa, kafasını patlattı ya! Gidiyorum ben, o sahneyi bir daha izleyeceğim. Görüşürük... :)

Dipnot: The Office'i izleyenler için şunu paylaşmam lazım. Görmemiş olanlar olabilir, bence süper olmuş.
 

9 Aralık 2012 Pazar

Anayurt Oteli (Kitap + Film)

Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.

Yusuf Atılgan ile okuma günlerine devam ediyoruz sevgili insancıklar. Sıradaki eserimiz Anayurt Oteli. Psikolojik roman sevmiyorsanız ilk iki sayfadan sonra büyük ihtimalle bırakacağınız; lakin sabrederseniz kafanızın karışacağı bir kitap Anayurt Oteli. Düşündüren, karıştıran, böyle değişik, acayip bir eser.

108 sayfa altı üstü ama içerik olarak epey ağır, onun için sayfa sayısının azlığına aldanmamak lazım. Ben tek oturuşta bitirdim ama okurken sürekli 'lan bu adam benim anlamadığım bir şeyler yapıyor ama ne' şeklinde düşündüm. Kitap bitince de araştırdım zaten. Meğersem tekniğin, daha doğrusu yaptığının bir adı varmış: bilinç akışı. İşte o zaman sayın seyirciler bende bi aydınlanma hasıl oldu. Erdim resmen. :)

Bir eylemin ertesini, sonuçlarını göze alabilirse ya da bunlara kayıtsız kalabilirse, insanın yapamayacağı şey yoktu.

Okurken yer yer sıkıldım desem yalan olmaz ama o yukarıda söylediğim bilinç akışı kısımlarındaki yazım dili çok etkiledi beni. Mesela iki sayfa boyunca noktasız virgülsüz uzuuuun bir cümle okuyorsunuz. Karman çorman oluyor kafanız. Okurken rahatsız oldum, hatta izlerken de rahatsız oldum. Birazdan söyleyeceğim gerçi ama evet, film de kitap kadar acayip olmuş.

Kitabın içeriğiyle alakalı olarak da şu kadarını söylememde sakınca yok herhalde: Anayurt Oteli'ni işleten Zebercet'in gecikmiş Ankara treni ile gelen bir kadının ardından yalnızlığını ve ruh halinin değişimini okuyoruz. Filmde bu kısımlar kendi kendine konuşma olarak mevcut.

Yeryüzünde canlı kalmanın bir bakıma suç işlemeden olamayacağını bilmeyen, kendilerini suçsuz sanan insanlardan çekiniyor, utanıyordu.

Filmi de Ömer Kavur çekmiş. Filmin şöyle bir güzelliği var. Filmi izlerken kitabı çok daha iyi anlıyorsunuz. Ama tabii kitabı sevmeyenlerin filmi sıkılmadan bitirmeleri pek mümkün değil. Fakat kitap bir şekilde kafanızı kurcalamışsa film çok daha anlamlı hale geliyor. Her gün aynı işi bıkmadan usanmadan yapmak zor iş lan, kitabı okurken o kadar fark etmemiştim sanki ama filmde iyice kanaat getirdim yani. 

Bedenin dayanma gücünü zorlamak da bir çeşit kendini öldürmek değil miydi?

Sonuç olarak muhterem cemaat, Aylak Adam'a giden yolda bir Yusuf Atılgan eserini daha geride bıraktım. Aylak Adam'ı neden sona sakladım, bilmiyorum. Beklentim yüksek olduğu için olsa gerek sanki biraz galiba. Neyse, onu okuyunca da buralarda olacağım diye düşünüyorum. Bakarız o zaman.

Not: Ekşisözlük'te Zebercet nickli bir muhterem zaten ufak çaplı bir destan yazmış kitap ve filme alakalı. İçerisinde Yusuf Atılgan'ın eseri nasıl yazdığına kadar bir sürü bilgi var. Merak edenler buraya ya da buraya, o da olmadı buraya tıklayabilirler.

Esen kalın efem.

Bir oteli yönetmekle bir kurumu, geniş bir işletmeyi, bir ülkeyi yönetmek aynı şeydi aslında. İnsan kendini, olanaklarını tanımaya, gerçek sorumluluğunun ne olduğunu anlamaya başlayınca bocalıyordu, dayanamıyordu. Ülkeleri yönetenler iyi ki bilmiyorlardı bunu; yoksa bir otel yöneticisinin yapabileceğinden çok daha büyük hasarlar yaparlardı yeryüzünde.
 

2 Aralık 2012 Pazar

Hint Sineması Demişken (Kısa Kısa, #6)

Her şey 3 Idiots'la başladı. Big bang'le başladı diyenler de var ama ben evrenden bahsediyorum dedim mi? Bi sakin olsun onlar, biz devam edelim.

Aslında Slumdog Millionaire vardı ama onu nedense es geçtim, çok zaman oldu izleyeli çünkü. Bu yazıda son zamanlarda izlediğim ve Hint sinemasına bakışımı gerçekten değiştiren üç filmden bahsetmek istiyorum muhterem cemaat. Onun için lütfen safları sıklaştıralım.

Önce 3 Idiots'u izledim. Hard diskimde yaklaşık bir buçuk yıl kadar beklettim. Çünkü süresi bildiğin 3 saatti. Üşengeçlik zor zanaat, çeken bilir. Çift tıklamaya bile elim gitmiyordu. Neyse, geçenlerde kırdım şeytanın bacağını ve nerden estiyse başladım izlemeye. Öylesine, birden bire...

Gülmekten hıçkırığa tutulduğum sahneler de oldu (evet, böyle acayip bi özelliğim var) gözümden yaşların süzüldüğü sahneler de. Film bittiğinde dedim ki 'hay kafama yaa'. Ertelemek hoş bir eylem değilmiş, bir kez daha anlamış oldum.

3 Idiots ile tanıdım Aamir Khan'ı. O zamana dek sadece adını duymuştum. İlle de izle diyen birkaç arkadaş vardı ama 'ya izleriz yeeaaa' havalarındaydım ben tabii. Al işte, bi idiot da benim, 4 yapaaar.

Tabii ben bu adamı araştırdım haliyle. Kimin nesidir, ailesi nasıl insanlar falan. Gören de evleneceğim sanır. Zor dönemlerdi, aah ah Aamir...

Şaka yapıyorum tabii ki, valla bak. Neyse, dediğim gibi baktım bu adamın yaptığı filmler hakkında herkes olumlu konuşuyor. Merak ettim, izlenecekler listesine ekledim.

Dün gece de Taare Zameen Par'ı izledim. Türkçeye Her Çocuk Özeldir olarak çevrilmiş sanırım. Sallıyor da olabilirim, mazur görün. Twitter'da da yazdım izleyince (entelliğim batsın), film falan değil; bildiğin sosyal sorumluluk projesi bu. Bu kez takdir ettim Aamir Khan'ı. Oyunculuk falan hikaye, adam bir yaraya parmak basmış mı? Basmış. Güzelce anlatmış mı? Anlatmış. Adamın ağzına ..., oha lan bi dakka. Çirkinleşmeyelim. Ehem, özetle vur deyince öldürmüş.

Bundan sonra da Ghajini, Dil Chahta Hai, Rang De Basanti ve Fanaa'yı izlemeyi düşünüyorum Aamir Khan filmlerinden. Gözüm tuttu bu adamı. Bi de çok genç gösteriyor ya, aslında 65'li adam. Hayır yani, bilin de sonra benim gibi hayal kırıklığına uğramayın.

Bu yazıyı asıl yazma sebebimse bu iki film de değil. Her zaman olduğu gibi güzeli sona sakladım. Her zaman olduğu gibi dedim ama bunu daha önce yaptım mı bilmiyorum. Boş verin, takmayın bence.

Efendim, Black diye bir film var. Kafamı duvarlara vurmak istiyorum. 2005 yapımlı bir film ve ben yedi yıl geç izledim bu filmi. Dikkat ettiyseniz genel olarak filmlerin içerikleri ile ilgili bir şey söylemedim. Ama bununkini azcık çıtlatmazsam çatlarım.

Görme ve duyma engelli bir çocuk hayal edin ve bu çocuğa bir şekilde iletişim kurmayı (konuşmayı veya işaret diliyle anlaşmayı) öğretmeniz gerektiğini düşünün. Hacı bak, görmüyorsun. Ama duymuyorsun da! Zaten filmin ilk sahnesi onun için çarptı sanırım beni. Önce ışığı alıyorsun. Her yer zifiri karanlık, sonra da sesi. Hiçbir şey yok sanki! Zaten o çocuğun da o rolü nasıl yaptığını hala anlayabilmiş değilim. Yaşlandıkça kafam bazı şeyler almaz oldu sanırım.

Tüylerim diken diken oldu yine. Şimdi böyle filmler izleyince insanın gidip de dandik Hollywood filmlerine falan bakası dahi gelmiyor artık. 'Kitap okuyamıyorum ben yeaa, film falan izliyorum' diyen elemanlara da diyorum ki izleyeceksen bari bunun gibileri izle. Benim gözümde okumuş kadar sayılırsın. Aslında bu fikir şu anda aklıma geldi. Vay arkadaş... Ama bence sayılır bir nevi, evet. Zeki miyim neyim ya?

Hoohhhh... En kısa sürede ve sanırım en gaza gelmiş şekilde yazdığım blog yazım oldu bu. Ama şu filmleri bi izleyin, bana hak vereceğinizi düşünüyorum. İzleyenler de bana katılıp katılmadıklarını söyleyebilirler. Biz bizeyiz burda, kimseden çekinmeye gerek yok, değil mi? Evet, bence de.

Dipnot: Slumdog Millionaire'i izleyenler hatırlayacaktır. Başroldeki eleman sahnenin birinde bir film yıldızını görmek için bildiğin lağıma (kibar olacağım diye düştüğüm hale bak) atlıyordu. Hah, işte o adam Black filmindeki öğretmen. İzleyince değermiş lan diyeceksiniz eminim. Adam harbi oyuncuymuş yani.

Sevgi ve saygıyla, esen kalın güzel insanlar.