31 Ekim 2013 Perşembe

Bayramın ve Tatilin Ardından...

Üniversite üçüncü sınıfın sonundaki yazdan bu yana ilk defa bu kadar uzun süre kalabildim memlekette, evimde. 18 günlük uzun bir tatil oldu. Haliyle dönüşü de zor oldu. Dikkat ettiklerim, aklıma takılanlar, söylemek istediklerim var.

Kitap okuyamadım bu tatilde, aslında biraz da okumak istemedim. Uzun süredir bu 'kitap okuma isteksizliği' hasıl olmamıştı bende, onu bile özlemişim. Değişiklik iyidir. Geçti gitti, önemli olan o.

Burada yazdığım kişisel yazılarımın çoğunda aileme çok düşkün olduğumu belirtmişimdir, bir daha tekrar etmek istemiyorum baştan sona. Bu kez söylemek istediğim şu ki bir abi olarak kardeşlerimi olsun, ebeveynlerimi olsun döverek sevenlerdenim. Hatta bunun yüzünden 'şiddete meyyalim vallahi zevkten' gibisinden bir laf bile uydurdum. Özellikle kardeşlerimi döverek sevmek konusunda abartabiliyorum ama ne yapalım? Allah beni de böyle yaratmış. :)

Trabzon'u gözlemlediğim kadarıyla şunu fark ettim: aşırı bina var. Her tarafta inşaat var. Eskiden yarısından çoğu yoktu yahu bunların. Bunca ev yapılmış ve hepsi de dolu. E, aklıma geliyor benim de bu kadar insan bu evler yapılmadan önce nerede yaşıyordu diye. İlginç işler vesselam, fazla düşünmemek lazım belki de.

Yine gözlemlediğim kadarıyla (bunu sadece Trabzon için söylemiyorum yalnız) insanlar haddinden fazla ve gereksiz yere küfürlü konuşuyor. Oldum olası refleks olan küfüre uyuzumdur, haliyle hoşnutsuzluğu da yaşadım epey. Ya arkadaş, maç izlemeye gidiyorum küfür, sokakta dolaşıyorum küfür, ona küfür, buna küfür... En son ben size toptan ve yaratıcı birkaç küfür sallayacağım, o olacak. Şaka tabii ki, yapmayacağım öyle bir şey. Beni bozamayacaksınız! (Ben bu oyunu bozarım! -Mecnun)

Son parantezdeki alıntıyı yapmışken belirtmeden geçemeyeceğim, Leyla ile Mecnun'a başladım ilk bölümünden. Sekiz bölüm izlemiş haldeyim şu anda. Böyle sırayla, düzenli izleyince daha da güzel oldu. İlk bölümlerde biraz acemice, birbirlerine alışamamışlar mı desem, kaynaşılmamış henüz de ondan mı desem biraz mesafe var sanki ama yavaş yavaş kapanıyor. Af edersiniz anıra anıra gülmeyi seven birisi olduğum için de benim için bulunmaz nimet Leyla ile Mecnun.

Büyük konuşmuş olmayacaksam bu uzun tatilde dikkat ettiğim bir konuyu da paylaşmak istiyorum. Bazı insanların bazı hareketleri gözüme mi batıyor desem, hoşlanmıyorum mu desem, nasıl desem... bir değişik oluyor işte. Ben de olabildiğince tek düştüm (bizim orda öyle denir, tek düşmek) ki ilerde ben de aynı hareketleri tekrarlamayayım. İlerde derken şimdiden itibaren anlamında yani... Fakat bu konuda garanti veremiyorum, benim ne yapacağım pek belli olmaz. :)


Daha uzatmadan bitireyim. Tatil süresince blogum yalnız kaldı, bundan sonra daha sık haşır neşir olmak niyetindeyim. Yazımı Sezen Aksu'nun süpersonik, fevkaladenin fevkinde şarkılarından Unuttun Mu Beni ile sonlandırmak istiyorum. Bir daha hiç gelmeyecek 2013 yılının Ekim ayına da burdan iyi dileklerimi sunarım. En sevdiğim Ekim ayı oldu sanırım kendisi.

Hoşça kalın efendim.

8 Ekim 2013 Salı

Montaigne - Denemeler

Montaigne, gerçekten iyi denemeymiş dostum!

Seviyesizce bir girişle herkese merhabalar. Uzun zamandır okumak istediğim Denemeler'i de okuduklarım kervanına ekledim nihayet. Vakti zamanında çok aramıştım tam metin çevirisini, o haliyle okumak istemiştim. Buldum da. Cem Yayınevi basmış tam metin çeviri halini ama okuyamadım onu, ellinci sayfaya kadar dayandım. Sonra çeviriye daha fazla kafa dayandıramadığım için bırakmak durumunda kaldım. Çevirmenin emeğine saygı duyuyorum ama bana hitap etmedi.

Sonra gittim Sabahattin Eyüboğlu çevirisiyle okudum. Kendisi zaten Köy Enstitüleri çevirmenlerinden olduğu için şüphe duymadım okumadan önce. Okurken de zaten kitap çeviri değil de Eyüboğlu'nun yazdığı bir kitapmışçasına akıp gidiyor.

Denemeler (Les essais), türe ismini veren bir eser aynı zamanda çoğunuzun malumu olacağı üzere. İçerisinde gerçekten neredeyse her konuya dair görüş ve düşüncelerini var Montaigne'in.

1571-1580 yılları arasında yazılmış tamamı. Montaigne'in deyimiyle 'serbest düşün, rahat söyle' metoduyla yazılmış. Hiç kendimi kasamam demiş, bunları en çok kendim için yazıyorum çünkü demiş. İyi demiş.

Montaigne'in en çok söylediği şeylerden birisi, belki de birincisi her şeyi kendinden yola çıkarak düşünmesi. Hep kendini irdelemesi, böylece insanı anlamaya çalışması gibi; hep kendi iştahı ya da hastalığını irdeleyip insanların durumları hakkında yorum yapmak gibi. Böyle olunca gerçekten de samimi bir eser çıkmış ortaya.

Ayrıca belirtmekte fayda var. Montaigne, yaşadığı dönemdeki kalıp düşüncelerden kurtulup, kendini daha düzgün ifade edebilmek için yıllar yılı kendisini incelediğini de söylüyor. Böyle olunca şöyle bir sıkıntı çıkıyor meydana: adam çağının ötesinde bir yapıya ulaşmış. O düşüncelerle yaşamış, o devirde o düşüncelerle yaşamış. Bu, ileri görüşlülükten farklı olmakla birlikte daha zor bir durum bana göre.

Düşünsenize, Montaigne yaklaşık olarak Kanuni Sultan Süleyman'ın padişahlığı döneminde yaşamış birisi (böyle deyince Montaigne Osmanlıymış gibi oldu (: ). Fakat düşünceleri hala geçerliliğini koruyor. Mükemmel!

Denemeler'i okurken özellikle Lucretius'un birçok şiirinden alıntı yapmış Montaigne, en çok dikkatimi çeken durumlardan birisi de buydu. Ayrıca kitap genelinde o kadar fazla tarihte yaşanmış olay örneği var ki adam gerçekten okumuş, araştırmış hissi veriyor. Yani adam biliyor da konuşuyor. Anlatabildim mi?

Değindiği onlarca konu üzerinde özellikle 'ölüm' hakkındaki düşünceleriyse harika gerçekten. Çok güzel ifadeler var ölümle alakalı bölümlerde. Birisini Denemeler'i okumaya ikna edecek olsam ilk bu bölümleri gösterirdim. Söylediklerinden bir örnek vereyim: Ölümden niye korkacağım ki? Ben varken o yoktur, o gelince ben olmayacağım. Tabii bu ufacık bir alıntı, tamamını okumak lazım.

Sonuç olarak okunması, bilinmesi, tanınması gereken bir yazar Montaigne. Dolayısıyla Denemeler'i herkese tavsiye ederim. Hayır yani, bir de etmesem ne olur? Adam, türe adını veren bir eser yazmış diyoruz. Bu eserimin ismiiiiii Denemeler olsun demiş adam. Sonra da bu tip tüm kitaplara bu bir denemedir denilmiş. İşte bunlar hep büyük icraat.

Bir iki küçük alıntıyla bitireyim, hoşça kalın.
  • Bize yaşamayı hayat geçtikten sonra öğretiyorlar.
  • Her konudan çok kendimi incelerim. Benim metafiziğim de budur, fiziğim de.
  • Ölümün bizi nerden beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim.
  • İnsan kötü şeyleri, bilmediği, beceremediği için değil, canı istemediği için yapmamalı.
  • Tabiatın insanlara en adilce dağıttığı nimet akıldır derler, çünkü hiç kimse akıl payından şikâyetçi değildir.
  • İnsan en az bildiği şeye en çok inanır.
  • Bana doğru gelen hiçbir şey yoktur ki yanlış gibi de gelmesin.
 

7 Ekim 2013 Pazartesi

Attilâ İlhan - ben sana mecburum

attilâ ilhan'ın belki de en bilinen şiiri ben sana mecburum, aynı zamanda tüm şiirlerinin toplu basıldığı kitaba da ismini vermiş. içerisindeki şiirler beş bölüme (askıda yaşamak, tension a smyrne, memleket havası, imkânsız aşk, cehennem dairesi) ayrılmış. yoksa beş bölümde toplanmış mı demeliydim?

sonda bir de meraklısı için notlar kısmı var ve burada genel olarak tüm bölümlerdeki şiirlerin neden o bölümde yer aldığı yazıyor. aynı zamanda yer yer örnek şiirlerin ne demek istediğini ve hangi dönemde, ne şartlar altında yazıldığını da anlatıyor attilâ ilhan.

ilginç bir durum aslında bu, daha doğrusu alışık olmadığım bir durum: şairin kendi şiirini açıklaması, anlatması. bana bu biraz yanlış gibi geliyor aslında. okur dediğinin vazifesi olmalı gidip araştırmak o anlamı. yani işin içinde merak olmalı. şimdi ben o son bölümü okuduktan sonra gidip ben sana mecburum hakkında pek fazla kaynaktan araştırma yapmam artık. neyse, bu benle ilgili bir problem olduğu için daha fazla uzatmıyorum.

attilâ ilhan'ın en bilinen özelliklerinden birisi şiirlerinde büyük harf ve noktalama işareti kullanmaması. ben de dedim bu yazıyı büyük harf kullanmadan yazayım bakayım nasıl olacak. çok rahat oluyormuş. evet, getirebileceğim en düzgün açıklama bu. bir an ben de istedim güzel bir açıklama yapabilmeyi ama elde olan bu, şimdilik.

şiirler hakkında konuşmak gerekirse... açıkçası ben çoğunu anlamadım. şimdi adam attilâ ilhan, entelektüel bir arkadaş. şiirlerde geçen yer, kişi ve olay isimlerinin neredeyse hiçbirini bilmiyorum. haliyle şiirlerden bir anlam da çıkaramıyorum. toplam yüz tane şiir varsa on beş tanesini beğenmişimdir o yüzden. çünkü anlamadığım bir şiiri beğendim demek de yanlış geliyor bana. dolaylı söylemeye gerek yok gerçi, bildiğin yalan geliyor. anlamamışsın, neyin artistliğini yapıyorsun yani? gördüğünüz gibi, okuduğumu anlamayınca sinirleniyorum.

kitapta özellikle sevdiğim şiirleri paylaşarak gideyim yavaş yavaş: süleyman, geç kalmış ölü, kırmızı pazar, ağustos çıkmazı (en sevdiğim şiiri bu oldu sanırım), üç köylü, gece buluşması, ben sana mecburum, cezayir mektubu (ikinci kısmı burda yok).

en sevdiğim dediğim ağustos çıkmazı'nın ilk bölümüyle bu yazıyı sonlandırmak güzel olur diye düşündüm. hoşça kalın.

beni koyup koyup gitme
ne olursun
durduğun yerde dur
kendini martılarla bir tutma
senin kanatların yok
düşersin yorulursun
beni koyup koyup gitme
ne olursun

3 Ekim 2013 Perşembe

Oğuz Atay - Tutunamayanlar

Belki de bu yazıyı ertelesem ve bir müddet sonra yazsam daha iyi olurdu; ancak dayanamadım. Hemen birkaç kelam etmek istedim.

Sanırım edebiyatımızda en çok alıntılanan eserlerin başında geliyordur Tutunamayanlar, bir o kadar da aslında kitapta olmayan ama varmışçasına paylaşılan Olric'li diyaloglar falan. Güzel bir eseri mahvetmenin güzel bir yöntemi, değer bilmez insanlarımıza teşekkürler.

Düşünün ki bir gün yazar olmaya karar vereceksiniz, belki de vermeyeceksiniz ama içinizden yazmak gelecek ve yazacağınız kitap Tutunamayanlar gibi bir kitap olacak. Bir 'ilk eser' Tutunamayanlar, gerçekten acayip düşünceler beliriyor kafamda. Hani herkesin bu başarıyı yarı şaka yarı ciddi Oğuz Atay'ın beynindeki tümöre bağlaması meselesi var, utanmasam ben de ondan diyeceğim. Normal bir kitap değil çünkü.

Neden değil peki? İçeriğinin yoğun olmasını bir yana bırakırsak şunu görüyoruz Tutunamayanlar'da: içinde neredeyse bütün edebi türlerde metinler var; deneme, kurgu, şiir, hatta tiyatro. Daha farklı alanlara da dallandırılabilir, çok genel hatlarıyla söylüyorum ben. Bir de kitabın başında Oğuz Atay'ın düştüğü 'bunların hepsi yaşandı' notu var. Her ne kadar yayınevi 'bunların hepsi çok büyük ihtimalle hayal, öylece varsayıp okuyun' dese de kitap bitince o ilk sayfalar tekrar bir okunup acaba dedirtiyor.

Tuhaf bir kitap aynı zamanda Tutunamayanlar, asıl baş karakteri olan Selim Işık aslında yok. Turgut Özben anlatıyor her şeyi (neredeyse). Gerçi kitabın daha ikinci cümlesi 'O zamanlar daha Olric yoktu' diye başlıyor. Kitabın önsözünde Oğuz Atay'ın belirttiği dağınıklığın bile bir düzeni olduğu belli oluyor sanki böylece. Sanırım Olric'den bahsetmeye gerek yok. Tutunamayanlar'ı okumamış çok fazla kişi büyük ihtimalle Olric'i duymuştur. Bu tip durumlara da inceden uyuz oluyorum ama yeri gelince ben bile yapıyorum. Halbuki içimdeki sese ya da başka bir deyişle vicdanıma göre Olric'den bahsedebilmek için bu kitabı okumak lazım önce.

Öyle sanıyorum ki kitabı okuyan çok fazla kişi Selim Işık'ın günlüklerini beğenmiştir en çok. Bu günlüklerde ben Aylak Adam havası sezdim biraz. Aylak Adam'ı okuduğum dönemde yaptığım bir araştırmada şöyle bir şey öğrenmiştim. Oğuz Atay, Tutunamayanlar'ı yazdığında bir kopyasını Yusuf Atılgan'a göndermiş hocam, biraz da sizden feyzalarak yazdım, olmuş mu gibisinden (çok ilkel tarif ettim, kabul ediyorum). Yusuf Atılgan kitabı okumuş, beğenmiş de. Ancak beğendiğini Oğuz Atay'a bildirmemiş bir şekilde. Oğuz Atay'ın da geri dönüş olmayınca morali bozulmuş o dönem. Zaten erken sayılabilecek bir yaşta da vefat etmiş. Daha sonraki yıllarda Yusuf Atılgan, kendisiyle yapılan bir röportajda bir nevi pişmanlığını dile getirmiş. Daha detaylı okumak isterseniz buraya bakabilirsiniz, ben de buradan öğrendim. Yazarına teşekkür ediyorum.

Kitabın özellikle anmak istediğim bir bölümü var: 15. kısım. Yetmiş yedi sayfalık, noktalama işareti içermeyen(gerçi oyunbozanlık etmek istemem ama bir tane üç nokta vardı bir yerde), tek bir paragraf . Bir günümü sadece o bölümü kesintisiz okumaya adadım. Çünkü takıntılarım var, ortasında bırakılabilecek bir bölüm değildi. Çok ilginç ve zor bir bölüm yalnız, kimin konuştuğu, kimin ne dediği, zaman dilimleri, hayal ve gerçekler... her şey birbirine girmiş durumda. Benim için de bir okur olarak ilk deneyimim oldu ama sanırım böyle pek kitap okumam hayatım boyunca. Herkes yazamaz yani.

Bu yazıyı bitirdikten sonra aklıma birçok konu gelecektir bahsetmeyi unuttuğum. Ama bu kitap üzerine kimse eksiksiz bir yazı yazamaz diye düşündüğüm için dert etmeyeceğim. Bu arada en çok bahsetmek istediğim konulardan birisi bunu deyince aklıma geldi. Ondan bahsedeyim hemen.

Tutunamayanlar'ın şöyle bir özelliği var: istediğiniz zaman istediğiniz bir yerinden açıp on beş dakika okuyup yerine geri koyabillirsiniz kitabı. Bu gerçekten mükemmel bir şey bence. Kitabın tamamı buna izin verecek şekilde yazılmış. Selim Işık'ın Şarkılar'ı mesela, günlükleri aynı şekilde... Bunu unutsaydım üzülürmüşüm gerçekten.

Bu arada Oğuz Atay'ı kendi sesinden dinlemek ve kendini görmek isteyenler için de şu videoyu buraya koymak istiyorum. İlerde benim için de bulması kolay olur hem.

Kimisine göre başucu kitabı, kimisine göre abartılmış bir kitap olan Tutunamayanlar maceramı da şimdilik sonlandırmış bulunuyorum. Öyle sanıyorum ki ben bu kitabı beş yılda bir falan tekrar tekrar okurum ya da canım sıkıldıkça açar açar Turgutçuğum Özben ve Selimciğim Işık ile dertleşirim. Beni unuttunuz mu efendimiz? Seni hiç unutur muyum Olric, sensiz olur mu? Sen ki her zaman hepimizin yanında olan en gerçek hayalsin.

Son olarak bir ricam olacak. Bu kitabı okumamış olan arkadaşlar, sizden rica ediyorum bu kitaptan ille de alıntı yapacaksanız en azından alıntılayacağınız yerin kitapta geçtiğinden emin olun. Kitaba, edebiyata, Tutunamayanlar'a, Oğuz Atay'a ve bizlere ayıp etmeyin. Lütfen. Şimdilik hoşça kalın.

Dipnot: Yaz Okuma Etkinliği de böylece bitmiş oldu. Yayında ve yapımda emeği geçen herkese teşekkürler.

1 Ekim 2013 Salı

Bazı Rüyalar

O kadar emindim ki gerçek olduğundan, o kadar emindim ki...

Pek sık rüya gören birisi değilim ya da gördüğümün farkında olan birisi değilim, anımsamam bile çoğunu. Ben dün gece yine acayip bir rüya görmüştüm de neydi ki acaba diye düşündüğüm ve yanıt bulamadığım çok olur.

İnsan bazen rüya görürken rüyada olduğunu bilir hani, hatta uyanıp tekrar uyuyarak rüyasına devam ettiği dahi olur. Mümkündür, kendimden biliyorum. Çünkü kısmen uyanıp o ne saçma şeydi öyle, insan rüyasında bile boş işlerle mi uğraşır arkadaş dediğim vakidir. Uzatmayayım.

Geriye kalan çok küçük bir grup var; 'bazı rüyalar'. Gerçek hayattan daha gerçek gibi olan ve rüyanın içinde (bakın eminim) bu kesin gerçek, rüya falan olamaz dediğim bir grup var. Demek istediğim, rüya (ya da o anki haliyle gerçek) o kadar güzel (belki de mükemmel) ki korkuyorum 'ya değilse?' diye resmen, tadını çıkaramıyorum. Ya ünleminin bu tip cesaret kırıcı yerlere bu kadar güzel uymasından nefret ediyorum. Belki de o olmasa insan biraz daha cesur olacaktı, bir ihtimali bilmeyecek, düşünmeyecekti.

Dün gece bu küçük gruba dahil olan rüyalardan birisini gördüm yine, görmüşüm daha doğrusu. Sabah uyandığımda hepsinin bir düş olduğunu fark etmemle moralimin çökmesi bir oldu.

Aradığım bir şey var, onu bulmuştum rüyamda. Hatta birisine 'bak işte gerçek mutluluk bu, sanki karnımda ağrı gibi bir his, bir ağırlık var' gibisinden bir laf ettiğimi bile hatırlıyorum. Niye uyandım ki lan? O kadar güzeldi ki... Nihayetti... Nihayet... 'Oh be!'ydi, 'biliyordum!'du.

Değilmiş.