21 Şubat 2013 Perşembe

İskender Pala - Aşka Dair

Kelimeler, basit anlamları altında ne derece derin fikirler, duygular, hayaller barındırırsa o ölçüde şiire yaklaşmış, şiir olmuş demektir.

diyor İskender Pala dün gece bitirdiğim kitabı Aşka Dair'de. Daha yeni yeni şiir okumaya başlamış (son bir yıldır) birisi olarak hak veriyorum kendisine. Sonuçta benim hak vermem önemli. Çünkü ben bir okurum ve velinimetim. Müşteri her zaman haklı da okurun neyi eksik?

Halbuki yazıya böyle başlayacağım aklımın ucundan bile geçmemişti. Düşünülen ile yapılan arasındaki farka örnek olarak şu anki tutarsızlığımı verebilirim sayın seyirciler. Bu da bana ibret olsun.

Aşk halk gözünde dîvânelikdür, aşk kendi vücûduna bîgânelikdür.

Yanlış hatırlamıyorsam İskender Pala'nın taihi kurguları haricinde okuduğum tek kitabı bu oldu. Aa, pardon, İki Darbe Arasında'yı unuttum. Bunlar haricinde diyeyim, evet. Adı üstünde zaten kitabın, içerisinde İskender Pala'nın tarihteki kişi ve olaylardan yola çıkarak derlediği otuz kırk tane yazı var. Tabii ki işin içinde İskender Pala varsa ve konu da aşk olunca divan şiiri sarıyor dört bir yanınızı. Konu ne olursa olsun bilen kişiden okumak, dinlemek çok ayrı oluyor gerçekten. Bu kitapta bunu bir kez daha fark ettim.

Yılın en uzun gecesinin hangi gece olduğunu müneccimler ile takvim düzenleyenler değil, ancak gama müptela olmuş âşıklar bilir.

Kitap kurgu olmadığı, deneme olduğu için sayfa sayısına oranla uzun denebilecek bir sürede bitirdim. Her akşam yatmadan önce birkaç yazıyı okuyordum. Deneme olduğu için midir bilmiyorum ama yazıların bazılarında aynı örnekler vardı ya da başka bir şekilde söylemek gerekirse bazı bölümlerde konular ve anlatımlar (ifadeler) tekrar ediyordu. Beni yer yer rahatsız etti bu his ama o kadar olur diyorum. Sanki ben daha iyisini yapabilirmişim gibi, peh! Gerçi bu blogda kendimi kimlerle bir tuttum ben, bir de İskender Pala'yı eleştirmişim çok mu sanki?

Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem (Fakirim ben, ama bir padişah gibi fakir; bir dilenciyim; ama muhteşem bir dilenci...)

Kitaptaki bölümlerde geçen birçok konudan birisi epey dikkatimi çekti. Özetle dediği Allah'ı (Tanrı'yı da olabilir, kitapta hangisi yazıyordu emin olamadım şimdi) aramanın ya bulmanın değil, bilmenin asıl mesele olduğuydu. Hımmmm, bunu tabii benim epey bir süre daha düşünmem lazım. Kafa yormak lazım ara sıra böyle. Beyninin yüzde cüzi kısmını kullanan birisi olarak ne kadar düşünebilirim, kafam ne kadar alır bilemiyorum tabii ama her zaman dediğim gibi; önemli olan niyet gençler (şimdi mesela insan bunu feyste falan yazsa sonuna 'anlyna .s' ekleyesi gelir di mi? Değil tabii ki, onun için benimle dalga geçmeden önce makosenlerimle bir müddet yürümeyi deneyin. Kızılderililere saygılarımı sunuyorum buradan).

Bir zamanlar fakr, "bulunca dağıtmak, bulmayınca şükretmek" imiş, bugünün "fakr"ı ise, -zannımca- "olunca şımarmamak, olmayınca üzülmemek"tir.

diye de ekliyor İskender Pala ilerleyen bölümlerden birisinin sonunda. Burda yorumu size bırakıyorum. Her şeye ben yorum yapacaksam işim iş, benimki de can yani. Lütfen!

Evet, daha fazla uzatmadan toparlayalım bakalım. Bu yazıyı sanırım kitaptaki en beğendiğim alıntılardan birisi ile tamamlasam fena olmaz. Buyrunuz ve hoşça kalınız efendim.

Herkes istediğine bir gün kavuşur; ister maldan mülkten, ister ilimden irfandan, ister sanattan kültürden... Amma bir şartla ki herkes her neye talip oluyor ve aşkını içinde gezdiriyorsa onun vuslatı için sebeplere yapışmalı, vuslat yolunun gereklerini yerine getirmelidir. Değilse boşuna ömür tüketen ahmak konumuna düşeceğinden hiç şüphesi olmasın.
          

17 Şubat 2013 Pazar

Twin Peaks + Twin Peaks: Fire Walk with Me

Uzun zamandır yeni bir diziye başlamamıştım, bilinçli olarak. Çünkü dizi demek bağlanmak demek benim için. Dizi izlemeye başlayınca ne kadar istesem de film izleyemiyorum. Kitap okuma süremi de aşağı çekiyor aslında.

Geçen pazar dedim epey oldu artık, bir dizi aradan çıkarabilirim ve Twin Peaks'e başladım. Çok zamandır izlemek istediğim bir diziydi. Doğal olarak kafamı vurdum duvarlara daha önce izlemeliymişim diye.

Twin Peaks, David Lynch ve Mark Frost ortaklığında başlamış bir proje. Ama ben daha çok David Lynch tarafıyla ilgiliyim. Çünkü ikinci sezonun yedi sekiz bölümlük bir kısmında Lynch projeye fazla zaman ayıramamış ve tam olarak o dönemki bölümler de biraz hımmm, nasıl diyeyim, yeni yeni olaylar veya keşiflerle geçiştirilmiş. Bu izlenimi uyandırıyor en azından. Tam olarak öyle değildir muhakkak. Neyse...

Daha önce David Lynch yapımı bir film ya da dizi izlememiştim. İzlesem de anlamayacağımı bildiğim için üniversiteden sonraya bırakmıştım Lynch ile tanışma faslını. İyi mi yapmışım bilemiyorum. Neden güzel şeyler erteliyoruz? Kendime çok kızıyorum bazen ama bu bambaşka bir yazının konusu. Oraya dalmayayım şimdi. Twin Peaks diyordum...

Esasında bir seri katil hikayesi var dizinin. Dizinin konusu hakkında söyleyeceklerim bu kadar. :) Ben daha çok tarzından bahsetmek istiyorum, diğer dizilerden farkından.

1990-1991 yıllarında iki sezon olarak yayınlanmış ve ne varsa eskilerde var sözünü doğrulatan bir yapım olmuş bence Twin Peaks. Bir dönem IMDb'de 9.5 ortalama tutturmuş diye okudum bir yerde. Şu anda 9'da olmasına rağmen ben gittim ve 10 puanımı verdim, helali hoş olsun da dedim. Peki, neden?

Çünkü sayın seyirciler, bu dizi var ya değme Lost'lara, Six Feet Under'lara, Oz'lara, The Sopranos'lara ve daha bir sürü adı sanı bilinen diziye ilham vermiş bir yapım. Gerek çekim teknikleri, gerek hikaye anlatımı, gerekse de müzikleriyle aşmış bir izlenim uyandırıyor insanda. Bende uyandırdı en azından ve bildiğim kadarıyla hala insanım. Aslında bunu Twin Peaks'i daha yeni bitirmişken söylemek de biraz iddialı oluyor. Kendimi az biraz insanlıktan çıkmış hissediyorum zira.


Bazı bölümlerin son sahnelerinde kalp atış hızım iki katına çıkıyordu ve ciddiyim, korku mudur gerilim midir adına ne derseniz artık, fena oluyordum yani. Bir bölümde 'hadi lan artık şu sahne geçsin ya, kesin bir şey çıkacak' diye diye ağzımı kuruttuğum oldu. İnsan bir şeyi beklerken kendini daha çok geriyor. Halbuki beklemesem bir tırsıp geçeceğim yani. Ama adamlar öyle çekmişler ki işin özü bu olmuş zaten.

Müziklerine ayrı değinmek istiyorum. Angelo Badalamenti diye bi amcamız kotarmış. İnsan nasıl gerilir konulu bir konferans verse ve tek kelime etmeden sadece enstrüman çalsa katılımcıların azımsanmayacak bir kısmını delirtebillir bence. Tarihte bunu deneyen olmuştur kesin. On numara işkence yöntemi bence. İçim kararmış arkadaş, neler düşünüyorum baksanıza. Puffff!!!

Çekim yılı itibariyle üzerinden neredeyse on beş yıl geçtiği için de gidip şimdiki zamanda karakterlere bakınca ve hepsini (haliyle) yaşlanmış görünce bir tuhaf olduğumu belirtmeliyim. Ama gönül ister ki bu halleriyle bile toplanıp bir bölüm çekseler de feryat figan edip izlesek.

Twin Peaks'in sevenleri de ayrıca dizinin çekildiği yerleri (yanlış okumadıysam eğer) senede bir kez gezip tozmaktan oluşan bir festival düzenliyorlarmış. Aslında bu festivale katılmak ilerleyen yıllar için güzel bir plan olabilir. Hımmm...

Bu kadar yazdım ama resmen kendi kendime konuştum. Dizi hakkında neredeyse hiçbir şey de söylemedim. Ama olsun. İçini dökmek bir ihtiyaç. Diziyi tanıtmak için yazacak olsam bir sene sonra falan, etkisi geçince yazardım hem. Yeni bitirince yazdığımda gaza gelmiş olduğum için aşırı kişisel oluyor yazılarım.

Bu arada David Lynch'le ilgili söylemek istediğim bir şey var. Çok çakal adam arkadaş ya, o dönem nerde ne kadar güzel hatun var almış hepsini dizide oynatmış. Katille ilgili de bir şey yazacağım ama izleyecek olanlar küfretmesin diye yazamıyorum. Bak işte bu içimde kaldı, dert olur şimdi bana. Tipini...

Son olarak söylemek istediğim bir şeyse Carnivale'de 'let's shake some dust' repliğiyle gönüllerin kralı olmuş Samson'ı yer yer görmek oldu. Ah ulan ya, Carnivale'i de anmış oldum ya çok iyi oldu çok da güzel iyi oldu.

Diziyle ilgili söyleyeceklerim(!) şimdilik(!) bu kadardı. Şimdi Twin Peaks: Fire Walk with Me ile ilgili birkaç bir şey söyleyip gideceğim. Bu yazıyı buraya kadar okuyanlara ve burdan sonra da inatla ve azimle okumaya kararlı olanlara da Allah'tan sabır diliyorum. Hadi ben gevezeyim, size ne oluyor? Yok mu işiniz gücünüz? Durun durun şaka yaptım, gitmeyin bir yere. Az kaldı, söz. Yani bi bu kadar daha yazacağım. :)

Twin Peaks: Fire Walk with Me, dizinin öncesini anlatan ve tüm bilinmezleri birbirine bağlayan film. David Lynch kendisi çekmiş bunu da. Ama bana sorarsanız önce diziyi izleyip sonra bu filmi izlemek daha güzel; çünkü diğer türlü işin gizemi ortadan kalkacak. O yüzden hiç tavsiye etmem. Bir de filmi tek başına izlemek epeyce anlamsız bir iş olur. İnternette izleyip de anlamayan ve bu ne biçim film diyenler gördüm. Tabii diziyi izlemedikleri için böyle demeleri normal ama ya ben lan neyse bişe demiyorum.

Dizideki epey karakter filmde yok. Halbuki ben mesela Audrey'yi bir kez daha görmek isterdim. Hawk da olur. Aslında Lucy'ye bile razıydım ama o kadar kurcalamamışlar filmi. Gerçi Lynch toplamda dört buçuk saatlik filme yetecek kadar çekim yapmış. bu çekimlerde dizideki karakterlerin bir kısmı da görünmekteymiş ama kesmiş o sahneleri hep. Olsun olsun, böyle de iyi olmuş. Ben beğendim.

Sonuç olarak Twin Peaks izlenesi bir dizidir diyerek bu yazımı bağlamak istiyorum sayın seyirciler. Hayal dünyanızı karıştırır, kafanızı kurcalar, zihninizi açar. Hiç olmadı güzel birkaç müzik duyarsınız, biraz gerilirsiniz. Değişiklik iyidir, hep aynı hep aynı nereye kadar?

Bu arada bu fotoğraftaki sizlere tanıdık geldi mi? :) Dizide ve özellikle filmde yer yer sürpriz karakterler görmek mümkün. Azıcık işkillendirebildiysem ne mutlu bana. Şimdi göl rahatlığıyla yazımı noktalayabilirim. Esen kalın.

11 Şubat 2013 Pazartesi

Çok Şekil Kitap Okumak

Tarzanca bir başlık olduğunun farkındayım. Ama önemli olan olmak var benim niyet anlatmak. Bunu ibret olsun diye yazdım. Daha kötülerini de yapabilirim. Ehem...

Efendim, gündüz çouklarla çocuk olmayı başaran, geri kalan zamanının sanırım en azından yarısına yakınını da kitap okuyarak geçiren sevgili İrem sormuş; hangi şekilde kitap okursunuz?

Blog dünyasının birbiriyle iletişim kurmak konusunda yaptığı çok güzel bir iş sanırım bu tarz etkinlikler; yani 'mim'ler. Şimdi ben de elimden geldiğince kısa bir şekilde okuma ritüelimi (ara sıra böyle artistik kelimeler kullanmayı seviyorum, aslında karşıyım) anlatmaya çalışacağım.

Anlatması kolay olsun diye şekil üzerinden gideceğim. Genelde yatakta ya da uygun bir yerde uzanıp okumayı severim ama uzun süre kitap okuyunca pozisyon değiştirmek siz isteseniz de istemeseniz de yapmanız gereken bir işlem.

Odamda bir tekli koltuk var benim de. Onda okuduğum zamanlarda 2 numaralı pozisyonda başlarım okumaya. Bir süre sonra ne olduğunu anlamadan bakarım ki  5 numaralı forma geçmişim. Okurken kendimden geçiyorum, bildiğiniz gibi değil. :)

Ondan bir süre sonra da 6 ve 7 ile devam ediyorum ama uzun zamandır 8 ve 9 kadar abarttığım olmadı. Genelde 7'den sonra direkt 12'ye geçmiş oluyorum. Sonra bakıyorum ki tutulmalar falan başlıyor, vücudum isyan bayrağını çekti çekecek ayağa kalkıyorum. Şöööyle bir esniyorum, geriniyorum ve kadığım yerden devam ediyorum.

Vücudum ile çok dürüst bir ilişki kurduğum söylenemez gördüğünüz gibi. Bu arada 1 numaralı pozisyon çok sıradan. Kitap kurtlarının çoğu almıyordur bile bence o şekli. O ne öyle, çok düzgün bir kere! Kitap okuyan adamın şaftı kayacak arkadaş, ciddi ve yorucu bir iştir çünkü okumak. Ne benzer feyste, tivitırda felefe yapmaya (yazar burda kendine giydiriyor).

Bu arada bir de okuduğum kitabın türü ve ağırlığına göre alnımda bir T harfi oluşabiliyor sanırım benim. Tabii kendimi izleme fırsatım olmadı pek ama hissediyorum, kesin oluyor.
Bu kadar gereksiz bilgiler vermeye başladığıma göre ufaktan toparlama zamanım gelmiş demek ki. Zihnimin beni böyle çaktırmadan uyarmasına da hastayım. Beyin gerçekten bedava... Yoksa ben bu kadar bile kullanmazdım şahsen.

Hoşça kalın efendim, bol kitaplı günler dilerim.

Not: Siz de hangi pozisyonda okuduğunuzu yorum olarak belirtebilirsiniz, bence bir sakıncası yok. :)

10 Şubat 2013 Pazar

Liebster Blog Award / Liebster Blog Ödülü

Geç kaldığım bir yazı ama nihayet başladığıma göre güç olmayacak inşallah. :)

Bayanlar baylar, leydiiz end centılmıns, bir zamanlar fakir ama gururlu bir blog vardı: Rekürsif Düşünce. Ve o blog hala var! Ve o blogun artık bir de ödülü var.

Bir Kitapseverin Günlüğü adresinde ikamet etmekte olan iç ses sağ olsun, beni bu ödüle layık görmüş. Çoğu zaman burda kendi kendime konuşuyormuş gibi hissediyordum kendimi. Kaldı ki normal yaşantımda da yaptığım bir iş olduğu için kendi adıma yadırgadığım bir durum olduğunu da söyleyemem. Fakat iç ses'e bu jestinden dolayı teşekkürü (nihayet!) bir borç bilirim.

Liebster Blog Ödülleri favori kitap bloglarınızı bu şekilde post ya da mimlerle etiketlediğiniz ve bu şekilde yeni blogları da keşfetmenize yardımcı bir süreç; en azından benim anladığım bu. Tabii kuralları var. Blog sahibinin kendisiyle ilgili 11 (yazıyla on bir, el insaf yani!) gerçeği paylaşması ve takipçi sayısı 200'den az olan 11 adet blog sahibine 11 soru sorması gerekiyor.

Ehem, kem küm etmelik kısmına geldim. Kendimle ilgili 11 gerçek... Hiç de hoşlanmam kendimden bahsetmekten ama bu yazıyı yazmayı da kendime iyice görev belledim. O yüzden başlıyorum. Mshn facts!
  1. Kendimden bahsetmekten hoşlanmam pek (yukarıdan kopya çektim olaya ısınabilmek için).
  2. Şu yazımdaki gerçekleri buraya bir madde olarak alabilirim.
  3. En ufak şeylere dahi olsa farklı bir açıdan bakmaya çalışırım; ancak genelde hep olması gereken anda değil de mesela gece yatarken aklıma gelir alternatif yöntem(ler).
  4. Edgar Allan Poe'nun "all that we see or seem is but a dream within a dream"; yani benim çevirimle "bir düşten ibaret tüm gördüğümüz ve göründüğümüz" lafına katılıyorum.
  5. İlerleyen yıllarda bir deneme kitabı yazabilirim. Ama daha okumam gereken tonla kitap ve bir o kadar da izlemem gereken belgesel var.
  6. Kitap okumanın bir boş zaman değerlendirme yöntemi ya da tercihi olduğunu söyleyenlerden neredeyse hiç hazzetmiyorum. Çünkü kitap okumanın bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
  7. Yukarıdakine paralel olarak boş zaman diye bir şeyin olduğunu da düşünmüyorum. Klasik tabirle boşa geçirilen zaman diyebilirim ona. Kaldı ki değerlendiriliyorsa boş değildir zaten o zaman. Her neyse...
  8. Penguenleri çok başka seviyorum.
  9. Tam bir Tesla'cıyım, Ediz Hun pardon Edison hakkında konuşmak istemiyorum. Aklınızı karıştırabildiysem ya da ukala görünüyorsam şuraya bir bakmanızı rica ediyorum.
  10. Söylemek istediklerimle söylediklerimin çok farklı olduğu dönemler yaşayabiliyorum ve nedenini haaalaaa çözebilmiş değilim.
  11. Herhangi bir muhabbet ortamında iki kişiykenki (yani bir ben bir de bir arkadaş) tavrım veya ifadelerim veya samimiyetim ile ikiden fazla herhangi sayıdaki kişiykenki tavırlarım veya ifadelerim veya samimiyetim hakkında devasa fark var. Daha doğrusu olabiliyor. Kalabalık seven birisi olduğum söylenemez. 
Şimdi sevgili iç ses'in soruları ve cevaplarım. Elimden geldiğince dürüst olmaya çalışacağım.

1. Küçükken ne olmak isterdiniz?
İlk zamanlar pilot olmak istediğime dair hayal meyal bir şeyler hatırlıyorum ama bilgisayarı ilk gördüğüm andan itibaren ben ilerde bununla ilgili bir şey yapacağım uleeeyynn dedim veee işte burdayım!

2. "...'ya verdiğim paraya acımam" dediğiniz bir şey var mı?
Kitap! Sık sık da dile getirdiğim bir gerçektir.

3. Sizi en etkileyen kitap?
Hımmmm, benim 'en'lerim yoktur aslında ama Suç ve Ceza olabilir sanırım. Yakın tarihte yeniden okumayı da düşünüyorum. Ama etkiden kasıt sağlıksa Khaled Hosseini'nin iki kitabını da (Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş) kanserin kıyısından dönmeme sebep olan kitaplar olarak sayabilirim!

4. Okumayı tercih etmediğiniz bir kitap türü var mı?
Kişisel gelişim. Sanırm kişisel gelişemiyorum. Ot geldim saman gideceğim.

5. Okuduğunuz bir kitapta geçen unutamadığınız bir söz var mı?
Var! Harry Potter ve Melez Prens'ten bir alıntı yapacağım şimdi, okuyanlar hemen anlayacaklar zaten:
- Bunca zaman sonra mı?
- Her zaman!

6. Yazar olsanız hangi türde kitap yazarsınız?
Deneme olsa gerek. Şiire bulaşıp sanata saygısızlık etmek istemem. Kurgu yeteneğime de fazla güvenmediğim için roman yazmam büyük ihtimalle. Evet evet, deneme benim için ideal olurdu.

7. Okumaktan en çok hoşlandığınız kitap türü?
İçerisinde kara mizah barındıran tüm edebiyat eserlerini çok ama çok severim. En son okuduklarımdan Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü buna örnek verebilirim.

8. Çocukluğunuzda okuduğunuz bir kitap serisi var mıydı?
Peyami Safa'nın Cingöz Recai serisi ilk aklıma gelen. Gerçi Harry Potter'a da çocukken başladım sayılır aslında ama olsun. Cin Ali klasman dışı tabii ki, o daha çok yetişkinler için yazılmış bir seri. :)

9. Hangi yazarla tanışmak isterdiniz?
Bu sorunun tekil olması hoş olmamış, bildiğin haksızlık! Bir sürü var. Bir tane nasıl seçeyim şimdi? Edgar Allan Poe demek istiyorum o zaman.

10. Keşke filmi çekilse dediğiniz bir kitap oldu mu?
Puslu Kıtalar Atlası'nı Tarsem Singh çekse ne süper olur diye fantastik bir düşüncem var, evet. Bu görüşümde The Fall'un etkisi aşırı büyük.

11. Bir kitabın kahramanı olmak isteseydiniz hangisi olurdunuz?
Favori roman kahramanım Raskolnikov olduğu için bu seeçeneğimi de ondan yana kullanmak isterdim herhalde. İsmi yeter.

Yazı uzadıkça uzuyor bu arada, hadi hayırlısı bakalım. Sırada benim sorularım var.
  1. En sevdiğiniz sanat dalı nedir?
  2. Bir evde olmazsa olmaz diyeceğiniz eşya nedir?
  3. Çikolata sever misiniz? Hayır diyorsanız inanmadığımı belirterek devam ediyorum; bitter mi yoksa ne(li)?
  4. Bir enstrüman çalabiliyor musunuz? Çalabiliyorsanız hangisi? Çalamıyorsanız boşverin, ben de çalamıyorum. :)
  5. Misafirliğe gitmekten ya da size misafir gelmesinden hoşlanır mısınız?
  6. Daha önce hayatta yapmam dediğiniz bir şeyi yaptığınız oldu mu?
  7. Issız bir adaya düşseniz yanınıza kesinlikle almayacağınız tek şey ne olurdu?
  8. Hayatınız film olarak çekilecek olsa başrolü kim oynasın istersiniz? Ünlü biri olmak zorunda değil, demek istediğim siz hariç tanıdığınız herhangi birisi; ama kim?
  9. On yıl sonra tahminen bugünün ya da bugünlerin en çok neyini özleyeceksiniz?
  10. Gördüğünüz, duyduğunuz ya da bir şekilde şahit olduğunuz ama ben bunu birine anlatacak olsam kimse inanmaz dediğiniz bir şey oldu mu?
  11. Pazartesi sabahı erken kalkacak olmak mı daha kötü, hafta sonunu bomboş geçirmiş olmak mı?
Ben pek normal bir insan olmadığım için sorularım da biraz alengirli oldu sanırım. :)

Şimdi benim ödüllendireceğim 11 kişide sıra. Ben bu yazıyı yazmakta geç kaldığım ve çok fazla bildiğim blog olmadığı için (bildiklerimi çoğunu herkes biliyor; yani 200'den fazla izleyicileri var) daha önce aklımda olan ama başkaları tarafından daha önce ödüle layık görülen bir iki kişiyi de yazacağım. Umarım bir sakıncası yoktur. And the oscar goes to...
  1. bi kahve bi kitap (Seda)
  2. Kitaplarım (Settie)
  3. booksweetbook (bigCeres)
  4. Kitabxanam (Arzu Guluzade)
  5. KAHVE BAHANE (Zeynebi)
  6. kitap sever (kitapsever)
  7. okuyorum öyleyse yalnızım... (temerrüt)
  8. mecalsiz (mec.si)
  9. morBaykuş (Ebruts)
  10. Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba? (atalante)
  11. I.r.e.m.c.e (I.r.e.m.c.e)
Ben her zaman burdayım, geçerken bi uğramak iterseniz kapım her zaman açık. Herkese ol kitaplı günler diliyorum. Hoşça kalın.