1 Eylül 2015 Salı

Üstü Kalsın

Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.

Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.

Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir...

Üstü kalsın...

(Cemal Süreya)

27 Ağustos 2015 Perşembe

Haydi Abbas, vakit tamam

"Tüm çiçekleri kopartabilirler ama yine de baharın gelmesini engelleyemezler." (Pablo Neruda)

Senin adın Frances olsun, yakıştı Ha? Ne dersin? Yakıştı yakıştı.

2015 çok kötü bir yıl oluyor. Kendi adıma daha yolun yarısında bile değilim. Ama ip koptu. Ellerim paramparça ama en azından artık ip koptu. Bundan geriye iyileşmek kaldı. Sanırım o dipsiz kuyunun dibini gördüm. Korkuyorum. Ama inanmak istiyorum. Başka çarem yok. Biz buna zorunda kalmak diyoruz Frances, senin de bildiğin gibi.

Üstü Kalsın'ı 1 Eylül tarihi ile yayınlarken düşündüklerimle şu anda olanlar arasında uçsuz bucaksız bir çöl var. Üstü bile kalmadı. Masamda daktilo çıktısı var bu şiirin. Korkunç. Ama işte en azından ip koptu.

Dışarıda birilerinin senin hayallerini yaşadığını bilmek çok zor Frances. Her insan bundan şikayetçi esasen. Ama işte çok sevdiğin birisi, kopmak zorunda olduğun birisi bunu birileriyle yaşarken ve bunu bilirken insan çürüyor. Halbuki çürümenin bi öncesi olgunlaşma. Orada durabilse, durabilsem...

Büyümek ve güçlü olmak bana göre hep içi biraz boş kavramlar oldu Frances. Benim için her zaman çocukluk daha güçlü bir kavramdı. Çünkü bende eksik olan o. Herkes kendinde olmayanı arıyor. Kendinde olanın bilincinde olan çok az. İşte bu bilinç, farkındalık ve zorunluluk... Bunlar lanet kavramlar... İnsanlar ne çekiyorsa bunlardan çekiyor.

Bu arada, bunu okuyan herkes, eğer elleriniz cebinizde ağır ve sakin adımlarla zahmetsizce yürüyebilecek kadar sağlıklıysanız benim hayallerimi yaşıyorsunuz. Kıymetini bilin. Ne yazık ki suçlayabileceğim hiç kimse yok. İşte zorunda olmak biraz da bu. Neyin zorunda olmak? Onu da siz bulun.

Hayat çok, çok, çok; ama gerçekten çok tuhaf Frances. Öylesine bir kararla, gerçek bile olmayan, sanal bir alemde yazdığın birtakım lafların birilerine takılması, o kişilerin gerçek olması, gerçek olduğunu bilmek ama sesinin rengini dahi öğrenemeden (kesin açık mavi yalnız, gökyüzü gibi) geçen bir hayat... Sanırım ben bundan, daha doğrusu buradan sıkıldım.

Bazı insanlar ne kadar şanslı olduklarını bilemediler, geçmiş birtakım insanlar. Umarım günümüzde yaşayan bazı insanlar bunun farkındadırlar. Gerçi sahi, şans diye bir şey var mı?

Sana hayatında hiç kimse çıkıp da 'tanıdığım en güçlü insansın' dedi mi Frances? Bana dedi. Ben ona inandım. O cümle şimdi çok uzak bir tarihte kalmış olsa da anlamı çağlar boyunca sonsuzlukta yankılanacak.

Nispeten yakın bir tarihte denk gelmiştim bu yazının başındaki söze. Ben de öyle düşünüyorum. Ancak lanet olsun ki çiçekleri kopartacak birileri ya da bir şeyler hep var ve olacak. Bu mudur yani güçlü olmak? Evet, tam olarak bu. Bu söze inanan herkes güçlü. Ben inanıyorum.

Müsaadenle Frances, biraz da kendimle konuşayım, bir parçamla belki de (See you in another life brada').

Rekürsif Düşünce, 4 Ocak 2011'de çıktık yola. Çok bağlandım lan sana. Allah kahretmesin ki istikrarlı da bir insanım, düşmedim yakandan. Ama artık sen bile ağır geliyorsun bana. O kadar dolusun ki, benim gibi oldun. Her şeyi içine atıyorsun. Senin yüzünden kendimi ifade edemez oldum. Omzumun üstünden beni izliyorsun sanki. O kadar önemlisin ki benim için, o kadar bağlandım ki bana zarar veriyorsun. Kendim olmama engel oluyorsun. Bırak beni artık, düş yakamdan.

Ve ben, Mshn, yeterince güçlüysem Rekürsif Düşünce'den bile vazgeçebilirim. Ama öncesinde kendi hakkımı vermeli, gerekirse kendimi de yerebilmeliyim.

Ben, bana hiçbir zaman vaat edilmeyen o aydınlık geleceği karanlık bir umutla beklemeye devam ediyorum. Artık bu hayatın, hayallerini gerçekleştirmeyeceği kişilere daha zengin bir hayal gücü verdiğini biliyorum. Bunun sonucu olan bitmeyen bir keder ('vasıfsız keder' belki de) ve beraber yaşamaktan fiziksel bir varlık halini alan boşluk hissi oluyor. İfadesiz bir yüz oluyor biraz da. Çünkü ne kadar güçlü olursanız olun neşenizi kaybedince olan bu: ifadesiz bir yüz. Bulacağım, inadına!

Bu yıl içerisinde öğrendiğim bazı şeyler var. Pes etmekle vazgeçmenin, sabırla tahammülün farklı şeyler olduklarını öğrendim mesela. Ama bunları anlatacak mecalim kalmadı.

Yakın bir tarihte A'mâk-ı Hâyal'in yazısında bahsetmiştim. Orada geçen ve mutluluğun formülü olduğu iddia edilen üç madde vardı: hayatı olduğu gibi kabul etmek, yüklerinden razı olmak ve elinden geleni yapmak.

Üçüncüsü cepte, tüm ömrümce kendimden eminim ki elimden geleni yaptım. Allah'ın izniyle yapmaya da devam edeceğim. İkinciye bu gece itibariyle başlıyorum. İp koptu çünkü. Birincisi, ah işte bu birincisi çok zor. Çok zor lan bu. Ah!

Ben hiçbir zaman kendimle o kadar barışık olmadım ki! Nasıl olacak o? Bilmiyorum. Ama olmak zorunda. Onu biliyorum. Demek ki olacak. Çünkü bu yıl öğrendiğim şeylerden birisi de bir şeyi başarmak istiyorsanız en kestirme yolun onu başarmak zorunda olmanız gerektiği. Demek ki hayatı eninde sonunda olduğu gibi kabul etmeyi de öğreneceğim; ancak bunun ne kadar zaman alacağını bilmiyorum.

Ve tüm bu gevezelikler tam da bu yüzden. Yeter! Ben, hayatı olduğu gibi kabullenme mücadelemi vermeye gidiyorum. Ne kadar süreceğini bilmiyorum. Hayatımda gerçekten çok derinden yaşadığım duyguların içinde çok şükür ki pişmanlık yok, sanırım onu da buraya veda ederek yaşayacağım. Hahaa, pişman olacağım. Pişman da olayım çünkü! Anlıyor musunuz?

Başlığı 27 olacak bir yazı ile dönebilirim belki. Ama çok erken be. Olmaz ki. 27. Ah ya, 27 lan.

:)

Burada yol ikiye ayrılıyor. İki yolun da tabelasını vereceğim birazdan. Ben ne tarafa gideceğimi biliyorum. Siz de biliyorsunuz. Sen de biliyorsun Frances ve sen de Rekürsif Düşünce. Tabii ki sende yol ayrımı demek alıntı demek. O zaman hadi kalın sağlıcakla güzel insanlar. Belki, söz vermiyorum ama belki bir gün gene gelirim. İki alıntı, bir yol ve kucak dolusu sevgiler...

1. Edip Cansever
"Ve yürürlükten kalkmış bir sözü tekrarlıyorum: sevin ki her şey olur
Sevin ki her şey olur

Olmuyor, biliyorum."

2. Ahmed Arif
"Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni."


23 Ağustos 2015 Pazar

Salvador Plascencia - Kağıt İnsanlar

"Neşe mutlu olmanın en acıklı dışavurumu olsa da, yine de mutluluktu işte. (Smiley)"

İlginç bir kitap ile karşınızdayım. Bu kitabı ne zaman, nasıl olmuş da okunacaklar listeme eklemişim hiç hatırlamıyorum. İsmi çekici gelmiş bile olabilir. Neyse...

Kağıt İnsanlar, çok özgün bir fikre ve bunu başarıyla uygulayan bir kurguya sahip. Kitabın karakterleri yazarın bilincinde. Tabii gezegen Satürn olarak bilincindeler. Aslında o kişi de yazar; yani Plascencia. Ne güzel soyadı var ya, Plascencia, Plascencia. Yeterince tekrar edersem anlamsızlaşır ve gereksiz kıskançlığımın önüne geçebilirim belki.

Nispeten fazla sayıda karakter var kitap boyunca ama kimisinden bölümler boyunca ses seda çıkmıyor. Yazar da buna gönderme yapıyor zaten, bazen yazarlar bile kıyıda köşede kalmış karakterleri unutur diyerek. Bunu da kitaptaki karakterlerden Smiley'ye söylüyordu yanlış kalmadıysa aklımda. Dedim ya işte, ilginç bir kitap.

Federico de la Fe önderliğinde Satürn'ü yok etmek planları kuran karakterler bir çete oluyorlar. Evleri kurşun(!) kaplıyorlar. Böylece Satürn'den gizleniyorlar. Bildiğin savaş söz konusu yani. Öte yandan yazarın gerçek ve özel hayatında işleri epey karman çorman. Onları da yazıyor. Hatta kitabın başındaki ithaflardan birisinin fazlalığı yüzünden kitabın içinde kitaba bir kez daha başladığı bile oluyor.

Şahsi kanaatimce içerik, bu güzel fikrin ve kurgunun biraz gölgesinde kalmış gibi. Çok daha güzel işlenebilirmiş gibi geliyor bana. Sayfa düzeni, sütun sütun yazılar, mürekkep lekeleri, Bebek Nostradamus'un bilinmeyen düşünceleri derken kitap bitiyor.

Kitabın baskısı da biraz değişik haliyle. Boy olarak biraz uzun basılmak zorunda kalınmış sütun sütun anlatımların olduğu sayfalar yüzünden. Fakat bildiğimiz düzgün formatta yazılmış bölümler de var ve bunları okurken sayfalar bitmiyor izlenimi uyandırıyor insanda bu kez. Çünkü punto çok küçük ve sayfa çok uzun. Bunların kurgu seçiminden kaynaklanan şeyler gerçi, yoksa Siren Yayınları'na ve çevirmen M. Begüm Güzel'e lafım yok. Onlar gayet başarılılar.

Son olarak şunu da söylemek istiyorum. Bu kitabı okumayı düşünüyorsanız elinizde sürünmeyeceğinden emin olmanız lazım. Ben iki gün okudum, sonra bir şeyler oldu ve bir gün hiç elime alamadım; sonraki gün okurken ısınamadım bi' an kitaba. Ne kadar hızlı ve erken bitirilirse o kadar iyi olacak kitaplardan bu.

Sanırım bu kadar. Evet, bu kadar. Hoşça kalın.
  • Ben sakin uyurdum ve uyurken dönüp durmaz ya da horlamazdım ama kollarımda kamçı izleriyle, kaburgalarımda çürükler ve ağrılarla uyanmaya başlamıştım. Aynaya bakıp gözümdeki morluğu fark edince rüyamda babamı gördüğümü anladım. (Sandra)
  • Bol miktarda ekine ve güzel bir eşe sahip olunca güneş sistemine başkaldırmaya gerek duymaz insan. (Froggy)
  • Onlara ne deniyor bilmiyorum, saniyeler arasındaki boşluklara-ama bu aralıklarda daima seni düşünüyorum. (Satürn) 

21 Ağustos 2015 Cuma

Italo Calvino - Ağaca Tüneyen Baron (Atalarımız, #2)

"Başkalarından daha çok fikrim varsa, başkalarına fikir veririm, eğer kabul ederlerse tabii; ben yönetmekten bunu anlarım."

Eğlenceli bir Italo Calvino kitabı daha. Seri olarak düşünülse de karakterler arasında bir bağlantı olmayan Atalarımız üçlemesinin ikinci kitabı Ağaca Tüneyen Baron. Çeviri çok güzel yalnız, tüneme kelimesi çok çok güzel seçilmiş.

Ağaca mı tüneyen (Leyla ile Mecnun grameri) baron? Allah Allah, koca yeryüzü yetmemiş mi? Yettiremedi işte Cosimo. Bir çocuğun duygularıyla oynarsanız bir ağaca çıkar o çocuk. Çıkabilir ve bir daha karaya ayak basmayacağım diyebilir. Der ve de basmaz! İşte bu çok iddialı. Ama Cosimo dediğimiz sözünün eri bir inatçı. Basmadı. Helal olsun!

İkiye Bölünen Vikont daha fantastik bir konuya sahipti ama belli kabulleri yapıp okuduğunuzda çok sağlam bir zemine yerleştirilmişti. Ağaca Tüneyen Baron'da ise aslında hiç de fantastik olmayan bir konu var. Ağaçta yaşayan bir insan altı üstü. Ancak bunun yazı kışı, yemesi içmesi, temizlenmesi vs. diye düşününce insan 'eeeh eytere beeaaa' diyebiliyor. Italo Calvino'nun derinliği de burada gösteriyor kendini. Her şeyi o kadar güzel ve mantıklı bir şekilde planlıyor ve anlatıyor ki 'e, yani, ne var canım, bu gayet de yapılabilir, evet' diye diye adamı altmış küsür sene ağaçların üzerinde gezdirebiliyor.

Calvino'ya tek bozulduğum konu Viola'yı Cosimo'ya yar etmemesi. Her şeye bir bahanen vardı da onu mu beceremedin sayın Calvino? Bir daha mutlu olamadı Cosimo o tarihten sonra. Sana edecek daha çok lafım var ama şöyle bir kendime bakıyorum adam mıyım diye ve devam etme gereği duymuyorum. Suskunluğum asaldasgdahsdghas...

Serinin son kitabı Varolmayan Şövalye olacak. Yani olmayacak iş, bakalım ona ne kulp uyduracak Calvino. Merakla bekliyorum ama araya bir iki kitap serpiştirmekte fayda var. O halde gidip sıradaki kitabıma biraz ilgi ve şefkat göstereyim. Sizler de kalın sağlıcakla efendim.
  • Mahzende, meşalelerin ışığında hepsi salyangoz avlamaya koyuldu, aslında kimsenin buna niyeti yoktu, ama madem uyanmışlardı, boşu boşuna yataklarından kaldırılmış olmayı kendilerine yediremiyorlardı.
  • İçten gelen bir inada bağlı başarıların sessizlik içinde ve karanlıkta kalması gerekir; bunlar açıklanacak olursa ya da bunlarla böbürlenmeye kalkışılırsa yavanlaşır, anlamsız hale gelir, bayağılaşır.
  • İlk kez zafer kazananın umutsuzluğuyla, kazanmanın da bir eziyet olduğunu anlamış, artık seçtiği yolda devam etmekle yükümlü olduğunu, başaramadığında bir kaçış yolu olmayacağını bilerek dalı, kılıcını, kedi ölüsünü sıkı sıkı kucaklamış, aklı başından gitmiş halde acıyla ve zaferle haykırıyordu.
  • Diyeceğim o ki, yazgısını diğer insanlarınkinden ayıranların başına neler geldiğini ona hep hatırlatan bir ders olarak, şövalye avukatın şaşkın görünüşünü hep yanı başında gezdirdi ve ona asla benzememeyi başardı.
  • Elemlerin ardından er geç mutlu olaylar gelir; hayatın kanunudur bu.
  • Cosimo her gün dişbudak ağacının tepesinde, uzun zamandır içini yakan uzaklık, yeri doldurulmazlık ve sonsuza kadar sürebilecek bekleyişe dair bir şeyler söyleyecekmiş gibi önünde uzanan çayırlığa bakıp duruyordu.
  • Kusura bakmayın, ama sizi bir yanılgıdan kurtarmak zorundayım yurttaş. Cumhuriyet Ordusu'nda pire bulunmaz. Kuşatma ve hayat pahalılığı yüzünden hepsi açlıktan öldü.
  • Gençlik, yeryüzünde çarçabuk gelip geçiyor; yaprakların, meyvelerin dökülmeye mahkûm olduğu ağaçların üstünde durumun nasıl olacağını varın siz düşünün.
  • Bilirsiniz bayım, ülküleri ne olursa olsun ordular her zaman zarar verir.
  • Hepsi iyiydi, güzeldi fakat, o döneme ilişkin benim izlenimim ağabeyimin bunları yalnızca delirdiğinden değil, biraz da ahmaklaştığından yaptığıydı, işte bu işin dayanılmaz ve acı kısmıydı, çünkü sonuçta iyi ya da kötü, delilik doğanın dayattığı bir şeydir, oysa avanaklık doğanın güçsüzlüğüdür, karşılığı yoktur.

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Yannis Ritsos - Şiirler

"Sırtı yerdeyken yürüyemez hiç kimse.
 Ve bekleme ki biri gelip kaldıracak seni. Zamanıdır."

 (Boyun Eğmeyen Ülke - XIV)

Yaklaşık bir yıldır okumakta olduğum bir kitaptı Yannis Ritsos'un Şiirler'i. Uzun aralar verdiğim zamanlar oldu okuma süresince. Benimle beraber bir evden başka bir eve taşındı, İstanbul-Trabzon arası mekik dokudu. Ve bitti. Çok anısı var yahu. Üzüldüm şimdi. Neyse, kitaptan, şairden ve şiirlerden bahsedelim.

Yannis Ritsos, Yunan şiirinin en önemli temsilcilerinden birisi. Yaklaşık 20. yüzyılın tamamına yayılan (1909-1990) yaşamı, devrimci ve barışsever ruhu, sürgünleri; ancak en önemlisi duruşundan taviz vermeyen karakteri ve mücadelesiyle yer etmiş gönüllerde. İz bırakanlardan yani, büyük usta denenlerden. Ve bunu hak edenlerden.

Baskı olarak çok kaliteli bir kitap Şiirler. Kağıt kalitesi, düzen, özen, hepsi var. İçerik olarak da şiirlerden fazlasına sahip. Özdemir İnce'nin Ritsos'la bir röportajı (belki anısı demek daha doğru) var kitabın başında. Bu arada şiirleri sadece Özdemir İnce çevirmemiş. Herkül Millas ve İoanna Kuçuradi de çevirmenler arasında.

Ritsos'un şiiri epik. Genel olarak meydana çıkıp gür bir sesle özgürlük şarkıları söyleyen şiirler yazmış. Yunan mitolojisinden çok yararlanmış. Bu şiirlerden sonra oturup adam akıllı incelemem gerektiğine ikna oldum Yunan mitolojisini. Kimin eli kimin cebinde belli değil, bilerek okuyunca alınacak zevk çok daha artar eminim.

Zindanlarda, sürgünlerde yazılmış şiirler dedik. Ancak içerik hiçbir zaman karamsar değil. Hepsi barışı anlatan, hepsi sonsuz bir umutla dolu şiirler. Yalın gerçekler. Herakles ve Biz'den şöyle bir alıntı yapabilirim sanırım daha iyi anlatmak için:

"Ve bir gün
 eğer beceriksiz gibi gelirse size dizelerimiz, bir şunu hatırlayın:
 gardiyanların burunları dibinde yazıldılar, ve böğrümüzde süngü uçları.
 Ama özür aramak da gereksiz"

Evet, yine kendisi daha güzel anlatmış. Özür aramak da gereksiz diyor. Büyük adam vesselam. Ancak bu, bazen can yakmasına da engel değil. Septeria ve Daphnephoria'da şöyle bir mısra ile kanatıyor örneğin:

"İnsanın tek bilgeliği: Yalnızlık."

Bu yazıyı yazarken bir yandan kitabın sayfalarını çeviriyorum. Kendimce önemli gördüğüm bir şeyler atlamak işime gelmez. Hah, Boyun Eğmeyen Ülke mesela. Birbirini takip eden yirmi şiirden oluşan bir kitap aslında kendi içinde Boyun Eğmeyen Ülke. Gerçekten şahane bir marş olabilirmiş. Alıntıları yazının en dibinde yapayım; çünkü bir tek yerden yaparak geçemem. İçime sinmez.

Ayışığı Sonatı sonra, 1956 Ulusal Şiir Ödülü sahibi. Ve tabii ki kitabın sonundaki Barış isimli şiir. Adeta bütün şiirlerini özetler nitelikte. Kitabın sonunda yer alması tesadüfi mi bilmiyorum; ancak yerine çok yakışmış. Kitabı kapatırken insanın aklında barışa dair neler neler geçiyor.

Çeken bilir diye klasik bir laf var. Lakin o çekenlerden bazen yazabilenler de çıkıyor. İşte onlar tarih oluyor, tarihe yön verenler oluyor. Yannis Ritsos da onlardan birisi. İyi ki yazmış, ne güzel yazmış, ne iyi etmiş de yazmış.

Birkaç alıntı ile noktayı koyalım. Kalın sağlıcakla efendim.
  • İçimize doğru gülümsüyoruz. Ama gizliyoruz şimdilik.
    Yasa dışı gülümseyiş - güneş nasıl yasa dışı olduysa
    gerçek de yasa dışı. (Kararmış Çömlek)
  • Ülkem benim,
    yol kavşaklarında tabelalar Almanlar için değil artık
    Amerikalılar için. Ne zaman okuyacağız sokaklarımızın
    adlarını kendi dilimizde?
    (Boyun Eğmeyen Ülke - II)
  • Kavurucu sıcaklardan, kıtlıktan, sellerden söz ederdi burçlar
    -günümüzde böyle konuşan
    yalancı çıkmaz.
    (Boyun Eğmeyen Ülke - VIII)
  • Yeniden kurmalıyız evlerimizi.
    Ülkemizi kurmalıyız.
    Elimizde ölülerimizin temelleri var
    ve yeni yüreklerimiz.
    (Boyun Eğmeyen Ülke - X)
  • Bitmez yarıda kalan. Yeniden başlar. (Boyun Eğmeyen Ülke - XIV)
  • postane kapısında birikmiş kalabalık
    -bir posta pulu, bekleyenlere göndermek için yüreğimizi.
    ...
    Oksijene yeni vergiler,
    yurt dışından yeni darağaçları için yeni bir öneri.
    Bu sesi bastıramazsın: ekmek-
    ve güneş bir ekmektir.
    (Boyun Eğmeyen Ülke - XVII)
  • Hangi yoldan varılır yaşama?
    Nereden? Söyleyin - uzak mı?
    (Boyun Eğmeyen Ülke - XVIII)
  • Bir genç kız yapayalnız mahalle pastanesinde
    sessiz, mendilini ısırıyor
    utandırmaktan çekinerek açlığıyla insanları.
    (Boyun Eğmeyen Ülke - XIX)
  • ne önemi var gidiyor ya da dönüyor olmanın
    ne önemi var varsın ağarmış olsun saçlarım
    (bu değil benim üzüntüm, değil bu, üzüntüm
    yüreğimin de aynı ölçüde ağarmamasından).
    Bırak ben de geleyim seninle.

    Biliyorum, biliyorum, herkes tek başınadır aşkta
    şan-şöhrette de ölümde de tek başınadır.
    Biliyorum. Geçtim o yoldan. Deney ne işe yarar.
    Bırak ben de geleyim seninle. (Ayışığı Sonatı)
  • Ve ayna da bir penceredir.
    Atlasam oradan, düşerim kendi kollarıma. (Sabah)
  • Ölüm varsa da, her zaman, ikinci gelir.
    Çünkü özgürlük her zaman en başta. (Temel Nesneler)
  • Bazı dizeler var - baştanbaşa şiirler bazen de- ben de
    bilemem ne demek istediklerini. Hâlâ ayakta tutar beni
    bu bilemediğim şey. Sen de haklısın sorarken. Sorma.
    Söyledim ya bilmediğimi. (Zorunlu Açıklama)
  • "Bu da mı avutacaktı bizi?" diye sordu beyazlı kadın. (Karşı Kaygı)

18 Ağustos 2015 Salı

Kısa Kısa, #8

Sizin için de bir sakıncası yoksa biraz gezelim.

***

De rouille et d'os (Pas ve Kemik), 2012, Fransa / Belçika ortak yapımı. Başrollerinde tabiri caizse duygusal açıdan bildiğin öküz olan bir adamla, hiç de öküz olamayan bir adet Marion Cotillard barındıran Jacques Audiard filmi. Elim bir iş kazası sonucu bazı uzuvlarından olan caaanım Marion'ın ve öküz olan (ama filmin en etkili sahnesinde çözülen, yalnız iyi çözülen) Matthias Schoenaerts'ın üzerine kurulmuş bir konusu var. Marion bu filmle The Dark Knight Rises'ın çekimleri arasında mekik dokumuş zamanında. Bütün oyunculuk bu filme gitmiş belli ki. Güzel film.

***

Hævnen, 2010, Danimarka / İsveç ortak yapımı, En İyi Yabancı Dilde Film Oscar'ını almış bir film. Şiddeti, şiddetin varlığını, doğasını, nedenini, nasılını, her şeyini acayip bir şekilde eleştiren bir Susanne Bier filmi. Karakterlerle paralel olarak biraz Afrika'da, biraz Danimarka'da geçiyor olaylar. Dağılmış ya da dağılmakta olan aileler, bunun çocuklar üzerindeki etkileri... Gerçekten etkileyici bir film. Bu arada Hævnen, Dancada intikam demekmiş; ancak İngilizceye (ve dolayısıyla Türkçeye) In A Better World (Daha İyi Bir Dünyada) olarak çevrilmiş. Filmi izledikten sonra ikinci ismin filmi daha iyi karşıladığını düşündüm ben de. Açılış sahnesi de çok iyi, Andersen Masalları tadında diyelim.

***

Baran, 2001, İran yapımı bir Majid Majidi (Mecid Mecidi) filmi. İşte bu, apayrı bir dünyanın filmi. Kıta değişince her şey bir anda değişmiş gibi. Yani yukarıdaki filmler de güzel (beğenmesem burada bahsetmem); ancak Mecidi'nin filmlerinde insanı mahveden bir doğruluk, güzellik, doğallık ama en önemlisi acı var. Cennet'in Çocukları'nı izlediğimde mahvolmuştum mesela, o kadarını beklemiyordum çünkü.

Baran'da ise Sovyetlerin Afganistan'ı işgali üzerine İran'a kaçan Afgan göçmenlerini ve inşaatlarda kaçak işçi olarak çalışmalarını, yaşadıklarını, yaşamaya çalıştıklarını anlatmış Mecidi. Bu filmde Latif'le beraber çalışıyor, fark ediyor, elimizden geleni yapıp yüreğimizin dağlanması pahasına çamurdaki bir ayak izine dolan yağmur damlalarını izliyoruz. Filmin sonu gerçekten sembolik bir şaheser.

***
Hable con ella (Konuş Onunla), 2002, İspanya yapımı bir Pedro Almodóvar filmi. Yani bu film hakkında ne denilebilir bilmiyorum, En İyi Özgün Senaryo Oscarı'nı almış desem belki bir anlam ifade edebilir. İçinde barındırdığı harika bir adet ufak, sessiz sinema eseri bile başlı başına oturulup izlenecek cinsten. Aşkı mı anlatıyor, emeği mi, ilgiyi mi, şefkati mi, takıntıyı veya psikopatlığı mı, beklemeyi mi, özlemeyi mi, ayrılığı mı, ölümü mü? Bilemedim. Hepsini anlatıyor esasen. Daha önce Almodóvar'ın Volver'ı nı (Dönüş) ve La piel que habito'sunu (İçinde Yaşadığım Deri) izlemiştim; ikisi de (özellikle ikincisi) acayipti. Zaman içinde tüm filmlerini izlemek farz oldu demek ki. Unutmadan söyleyelim, Hable con ella'nın müzikleri çok güzel, yağmuru da.

***



Son olarak bir de kısa film paylaşmak istiyorum, kısa animasyonları oldum olası çok sevmişimdir. Zamana karşı yarışan bu arkadaşa bir şans verin derim ben.

14 Ağustos 2015 Cuma

Sait Faik Abasıyanık - Sarnıç

"Bu çok yakın mazide tokları açlar doyurdu ve açlar öldüler. (Beyaz Altın)"

Semaver'in ardından Sarnıç ile yola devam...

Edebiyatımızın en usta öykücülerinden Sait Faik ufaktan döktürmeye başlamış. İkinci öykü kitabı Sarnıç, 1939'da basılmış. Ben de Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları baskısından okudum. Yıllar geçse de eskimiyor işte, edebiyat çok güzel.

Bu arada çok hoş, sade mi sade bir de kapak yapmışlar kitaba. Söylemeden geçmek istemedim.

16 tane öyküden oluşuyor Sarnıç. 4-10 sayfa arası değişen bu öykülerde Sait Faik yine 'küçük' insanların hayatlarını, sıradan günlerini, hayallerini, duygularını anlatmış. Onlar ile iç geçirmiş, onlar ile vazgeçmiş, onlar ile öfkelenmiş. Okurken iyi hissediyor insan kendini. Klasik tabirle her şeyi bırakıp bir sahil kasabasına yerleşmiş gibi oluyorsunuz.

Öykülerin sonunda iki üç sayfalık bir de anı var. Bu anının sahibi Agop Arad. Sait Faik'ten, arkadaşlıklarından, Orhan Veli'den bahsediyor. Nurullah Ataç'ın o dönemki öykücülerden Sait Faik'i, şairlerden de Orhan Veli'yi övdüğü bir alıntı da paylaşıyor. Bir de şöyle bir laf ediyor ki sanırım Sait Faik hakkında daha fazla bir şey demesek de olur: "Alın Sait Faik'i, okuyun, iyi insan olursunuz."

Kitabın arka kapağında Ara Güler imzalı bir fotoğrafı var Sait Faik'in. İnsanın gerçekten tanışıp sohbet edesi geliyor. Yeniliğe açık olmak lazım tabii ama yine de ne varsa eskilerde var demek kulağa daha güzel geliyor. Sait Faik'te huzur var mesela, okurken yazdığı yere götürebiliyor sizi: kahveye, denize, tavanı basık bir eve, hiç bilmediğiniz bir şehire.

Uzatmayalım. Okuyalım. Paylaşalım. Ve sağlıcakla kalalım.
  • Önümüzde hayat... Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanıyorduk. (Sarnıç)
  • Bu dünya insan için kâfiydi. Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar olacak mahluktu. O halde, niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı? (Sarnıç)
  • Nasıl yaz günü kış gününden daha uzunsa, kış gününün yolları da yaz gününün yollarından daha uzundur. (Kalorifer ve Bahar)
  • Fırsat buldukça, canım sıkıldıkça, kafamın içine bir başka benlik sokuldukça insanları sevmek için; bir uzlet içinden, bir yoksulluk ve kimsesizlik içinden; bir varlığın ve kimsenin karışıklığını daha iyi duyabilmek için daima melankolik köşeler arardım. (Bir Karpuz Sergisi)
  • Böyle akşamlarda birbirlerinin dostluğuna güvenileceğini, iyi iki arkadaş olduklarını dört beş cümle konuşmadan anlarlardı. (Mavnalar)
  • -Ölüm, dedi. Bugün, yarın hepsi bir... (Durdu, biraz sonra) Hepsi bir değil ama, dedi, ne yaparsın?.. (Yine düşündü) Hayatta bir gün bir gündür, dedi. (Park)
  • O zamanlar işim gücüm yoktu. Sultanahmet'teki evimden çıkar çıkmaz her zaman parka gider, her gün bitmiş bir insanlar tanışırdım, her gün bitmiş bir insan yeniden şehrin uğultusuna karışır... Bir daha parka bir yabancı gibi uğrardı. (Park)
  • Halbuki kış geceleri delikanlılar sahici şeylerden hoşlanmazlardı. Onlara, yalan, hülya, rüya, masal lazımdı. (Gaz Sobası)
  • Otobüsün camına kafasını dayadı. Yine hayal etti. Hayal etmek kadar güzel şey yoktu. İnsanı yapan eden hayal etmekti. (Gaz Sobası)
  • Kibar olmasına pek kibar değildirler; Türk olmayan gençler ama, daha zararsızdırlar. (Plaj İnsanları)
  • Ali, otuz yaşında bir gün, doğduğu kasabaya döndüğü zaman, bu eski âlemin içinde yeniden yaşamaya başlamıştı. Bu yaşayış, nihayet her günkü hayatının birkaç dakikasında kuvvetli üç dört saniyeydi. (Davut'un Anası)
  • Ali, masanın sağ köşesinde bacaklarından birini masanın üstüne koymuş, cıgarası ağzında, düşünmüyordu. Düşünmemek ona nadiren nasip olurdu. Düşünmeden oturmak... (Davut'un Anası)
 

11 Ağustos 2015 Salı

Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi - A'mâk-ı Hayâl

"İnsanlar mantığı, kendi söyledikleri doğru görünsün diye icat etmişlerdir."

Aşağı yukarı geçen yaz yine bu vakitler bir tuhaf bıkkınlık gelmişti üzerime. Hatta bir şeyler karalamış mıyım diye gidip baktım ve daha şimdiden unuttuğum şu yazıyı gördüm. Böyle bir yazı yazdığımı dahi hatırlamıyordum. Okuyunca anımsadım. O bıkkınlık nedendi bilmiyorum. Havalardandır kesin. Sıcağı oldum olası sevemedim.

Bu hali üzerimden atabilmek için belki okuduklarımın çeşidini biraz artırmalıyım ya da daha farklı alanlarda okumalar yapmalıyım diye bir karar almıştım ve Hüsn ü Aşk ile başladığım bir 'tasavvuf okumaları' yoluna girmiştim kendimce. Çok da iyi gelmişti, geldi, geliyor. Bundan sonra da gelir umarım.

Hayata tutunmak, onu anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak, bir işe yaramak, bir iz bırakmak belki... Milyarlarca insan geldi geçti, bu konular güncelliğini hiçbir zaman kaybetmedi. Bundan sonra da kaybetmez bana göre. Çünkü insanız. Mükemmel değiliz. Eksiklerimiz var. Herkesinki farklı. Çok tuhaf bir durum. Herkes bir şeyleri arıyor, herkesin sıkıntıları var. Hiç sıkıntı çekmeden yaşanabilir mi bu hayat? Bence mümkün değil. İntihar eder insan. Hiç dolmayacak bir boşluk olurdu o. Uğruna çaba harcayacağın ve düzeldiğinde hissedeceğin o rahatlamanın olmadığı bir hayat olurdu o. Olmazdı yani o. Ben olduramazdım. Biliyorum.

Birkaç aydır okumakta olduğum Yûnus Emre'nin Dîvân-ı İlâhîyât'ının yanında yine uzun zamandır okumak için beklettiğim (ve haliyle okuyunca beklettiğime pişman olduğum) A'mâk-ı Hayâl'i okudum geçenlerde. Hakkında bir şeyler yazmak için beklemek istedim biraz. Çok sevdim çünkü. Hiç bitmemesi için bir şeyler yapabilecek olsaydım büyük ihtimalle yapardım. Tekrar tekrar okuyacağım sanırım zaman içerisinde. Tasavvufla ilgilenen herkesin de bir şekilde tanıması lazım bu kitabı.

Aldığı batılı eğitimle doğduğu topraklardan ruhen uzaklaşan, çevresinden kopan ve içinde bir yolculuğa çıkmak isteyen Râci'nin Aynalı Baba ile karşılaşmasını ve onun aracılığıyla gördüğü, yaşadığı hayalleri, çıktığı yolculukları anlatıyor kitap. Anlamı da 'hayalin derinliklerinde' zaten. İki bölümden oluşuyor hayaller. Bu hayallerin sanırım hepsinde bir şekilde yedi ve kırk sayıları önemli yer teşkil ediyor. Tasavvuftaki çile dönemlerini anlatması açısından önemli zaman dilimleri bunlar.

Hayallerin birinde anka kuşunun sırtında uzaya çıkıyor ve kırk yıl yol alıyor Râci. Bu hayal bildiğiniz bilimkurgu mesela. Bir başka hayalde iyilikle kötülüğün savaşında cephe tutuyor. Bir başkasında karıncaların algısına sahip oluyor. Daha bir sürü... Tabii ki bu hayallerden uyanıyor sonra ve her uyanışında Aynalı Baba'nın tüm hayali özetleyen bir ifadesiyle karşılaşıyor. Çok güzel bir kitap ya bu. Şimdi yazarken tekrar okuyasım geldi.

Aklımda iki hayal özellikle yer etti kitaptan. Birincisinde temsili olarak iyilik ve kötülük çarpışıyordu. Bu savaş meydanında iki taraftan yiğitler meydana çıkıyor ve iki taraf adına savaşıyordu. Nifak çıkıyordu meydana, karşısına Muhabbet geliyordu. Muhabbet'in yendiği Nifak'ın yerine Gazap geliyor ve Muhabbet'i yerle bir ediyordu. Gazap'ın hakkından Hikmet, onun hakkındansa Nefs-i Emmare geliyordu. İş bu raddeye geldiğinde Nefs-i Emmare'nin karşısına Aşk geliyordu ve mücadele dahi etmeden teslim oluyordu Nefs-i Emmare. Yani ikiyüzlülüğü sevgi alt edebiliyordu ama sevgi de öfkeye yeniliyordu. Hikmetle öfkenin haddinden gelmek mümkünken nefs-i emmare de onu mahvediyordu. Tek gerçek aşktı. Çünkü tek ve bir olandan geliyordu.

Normalde anlatmam kitapların içlerini böyle ama bunu yazmadan duramazdım. Aklımda ikinci yer edense saadetin (mutluluk) ne olduğuyla ilgili konuşulan bir meclisti. Bu mecliste Buda'dan Zerdüşt'e, Hz. İsa'dan Hz. Muhammed'e birçok kişi görüş beyan ediyordu. Hz. Muhammed meclise önderlik ettiğinden son tanımı o yapıyordu. Ve açıklaması çok dikkatimi çekti. Özetle saadetin formülünün (benim aklımda yer ettiği şekliyle yazacağım) geçmişi unutmak (hayatı olduğu gibi kabul etmek), yüklerinden razı olmak ve bugünle yarın için elinden geleni yapmak olduğunu söylüyordu.

Bu ifade benim için çok anlamlı. Üzerine saatlerce konuşabilirim. Ama yazı gittikçe uzuyor ve artık bitirmek istiyorum. Ardından bu iki hayali gidip tekrar okuyacağım büyük ihtimalle.

Bu arada ben Kaknüs Yayınları'nın Ahmed Hilmi'nin ölümünün 100. yılı münasebetiyle çıkarmış olduğu özel baskısından okudum bu kitabı. Her hayalin sonunda geniş açıklamalar var. Metin sadeleştirilmemiş haliyle basılmış. Dolayısıyla bir yandan da günümüz Türkçesini içeren bir pdf'ten takip ettim. Yer yer sözlüklere baktım; ancak böyle basılması baskının heybetine çok yakışmış. Çok güzel bir baskı. Çizimler de ayrıca hoş olmuş. Bu haliyle herkesin kitaplığında bulunmalı bence.

Herkesin birbirinden farklı olduğu bu dünyada en azından bazı konularda bazı kişilerle hemfikir olabilmek çok güzel bir duygu. Bu kitabı okumuş ve beğenmiş kişiler az çok kafa dengidirler bence mesela. Öyle düşünüyorum.

Sonuç olarak fantastik mi fantastik bir kitap olan A'mâk-ı Hayâl'i çok güzel bir okuma deneyimi olarak kafama yazıyorum. Râci'yi de benim kafamdaki köyün mezarlığında bir kulübeye yerleştiriyorum, Aynalı Baba'nın mirasını yaşatsın. Ara sıra gidip bir kahvesini içer, hayal alemine dalarız vesselam. Sağlıcakla...
  • Adına dünya dediğimiz bu durağı, derin bir üzüntüye kapılmadan seyretmek acaba mümkün mü? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz?
  • Çünkü üzüntü, sevinçten daha bulaşıcıdır.
  • -İstersen konuşalım. Fakat konuşmaktan ne çıkar ki! Kim bilir şimdiye kadar kaç merkep yükü kitap okudun. Fakat bunlardan ne anladın? Hiç, değil mi? İnsanlar neyi bilirler?
  • -Oğlum! İlim ve hikmetin değerini anlaman gerekiyor. Bu yüzden yaya yolculuk yapacaksın. Karşılığında yüksek ücret ödenmeyen bir şeyin değeri anlaşılmaz, dedi.
  • Oturmak, rahat etmek mi? Yazık! Yüzbinlerce senedir oturup, rahat edecek zamanın oldu mu diye bir sorun hele. Bir taraftan geçim derdi, diğer taraftan hastalıklar rahat etmek için vakit mi bırakıyor? Bu kadar sefil olmama rağmen, yine de intihar edemiyorum. Ben alçağın biriyim.
  • Ne arıyorsun? Ebedî hayatı mı? Zavallı Dostum! Bu geçici hayatta ne buldun ki onun ebedîsini arıyorsun? Sana soruyorum: Bu hayatta ne var?
  • Ben bu hayatı; dünyaya niçin geldiğimizi, ne olacağımızı, bizi bu dünyaya göndereni anlamadan terk etmemeye niyet ettim. Keşke bu sorulara olumlu ya da olumsuz bir cevap bulabilseydim. Benim vicdanımı yaralayan soruların cevabı kolay değil, olamaz da.
  • Öyle insanlar vardır ki yalnızca bilmediğini bilmemekle kalmaz, her şeyi bildiğini iddia eder. Doktor değildir. Fakat doktorları küçük görür. Önüne gelene ilâç tavsiye eder. Yanlış evlilik yapmış, içi-dışı çirkin bir kadın almıştır. Fakat herkese evlilikte dikkat edilecek hususları öğretir. Bir ton para harcayarak ahır gibi bir ev yaptırmıştır. Fakat Mimar Sinan'ı beğenmez.
  • Bu âlemde daim ve sabit bir şey yok idi ki benim saadetim de devam etsin.
  • -Efendi! Oğlunuz seviyor. Aşk hastalığına yakalanmış, dedi.
    -Muhterem Efendi! Kimi seviyor?
    -Hiç kimseyi... Aşkın en öldürücü olan şekli budur.
  • -Yağmur mu yağıyor? Aa!.. Bunu isteyen var, istemeyen var. Kimi zaman isteyip, kimi zaman istemeyen var. İsteyip istememekte kararsız olan var. Acaba "var" ne demek?

10 Ağustos 2015 Pazartesi

E. M. Cioran - Gözyaşları ve Azizler

"Beni sadece davetsiz bir misafir gibi kabul eden bu dünyayı affedebilecek miyim?"

Jaguar Kitap yine çok hayırlı bir iş yapmış. Cioran'ın 1937'de Rumence yazdığı Gözyaşları ve Azizler'i yarım asır sonra Türkçeye kazandırmış, tabii ki yine çok güzel bir kapak tasarımıyla. Kitaplıkta Jaguar Kitap rafı oluşturacağım bu gidişle.

Azizler  ve Gözyaşları'nı 1986'da adeta budayarak ve bu kez Fransızca yazmış Cioran. Aradan geçen onca yılda düşüncelerinde çok çok fazla bir değişiklik olmamış aslında ama üslup kesinlikle farklılaşmış. Belki bu iki metnin de orijinal dilleri olan Rumence ve Fransızcadan çevrilmelerinden kaynaklıdır biraz da, o kadarını bilemiyorum. Ancak belli bir tarihten sonra dünyada kimsenin kullanmadığı bir dilde daha ne demeye yazayım diyerek Rumenceden Fransızcaya kesin bir geçiş yapmış Cioran.

Kitapta önce 1986, sonra da 1937 basımının tercümesi var. Aradaki temel farklar var desek belki daha doğru. İyi de ne anlatıyor Azizler ve Gözyaşları?

Açıkçası sayfa sayısına (112) bakınca çok ağır ve etkili bir içeriğe sahip. Bir vey birkaç cümleden, bazen de bir iki paragrafla bazı konulardan bahseden, yani ufak kısımlardan oluşan bir deneme, derleme Azizler ve Gözyaşları. Ağırlıklı olarak dinler, Tanrı, ölüm, azizler, gözyaşları, yalnızlık ve müzik gibi konularla ilgileniyor. Yer yer kafa karıştıracak kadar etkili ifadeler okuyabiliyorsunuz. Mesela normalde altını çizdiğim yerleri paylaşırım yazılarımda ama kitabın yayın hakları bende değil, yazmaya kalksam aşağı yukarı tüm kitabı buraya almam gerekecek. Dönüp dönüp tekrar okunmaya çok müsait bir yapısı var. Hatta rastgele bir sayfa açıp okumak da mümkün.

Benim aslında uzun zamandır listemde okunmayı bekleyen başka bir Cioran kitabı var: Çürümenin Kitabı. İsmi çekiyor beni ama korkutuyor da biraz. Şimdi biraz anladım sanırım Cioran'ın neden bu isimde bir kitabı olduğunu. Böyle de bir takıntım var, yeri gelmişken onu da söyleyip kendimi ifşa etmekte bir beis görmüyorum. Bazı kitapları sırf isimlerinden çekindiğim için okuyamıyorum bir türlü. Erteliyorum sürekli. Ne bileyim, ilk aklıma gelenler mesela Çürümenin Kitabı (Cioran) ve Huzursuzluğun Kitabı (Pessoa). Bu kafayla Tutunamayanlar'ı ve Tehlikeli Oyunlar'ı iyi okumuşum ben. Ama yok yani, daha vakitleri var.

Yukarıda da dediğim gibi alıntı yapılacak çok fazla yer var. Seçip birkaç tanesini yazacağım ama siz bir an önce kitabı edinin. Hem daha bu ay basıldı, elinizde birinci baskısı olur. Fena mı? Hadi kalın sağlıcakla.
  • Öte yandan müzik, eşsiz bir teselli sanatı olarak öteki bütün sanatlara göre çok daha fazla yara açar içimizde.
  • Başka bir yaşamın var olabilmesi için önce ölmen gerekir.
  • Bizim için gökyüzü bir mezar taşı oldu! Modern dünya geçiciliklerin peşine takıldı.
  • Âdem'in günahı cennetin tek tarihsel olayıdır.
  • Kimileri hâlâ yaşamın bir anlamı olup olmadığını soruyor. Bu aslında yaşamın 'katlanılabilir' olup olmadığını sormaktır. Burada problemler bitiyor ve çözümler başlıyor.
  • Hiç ve Tanrı arasında bir adım bile yoktur, çünkü Tanrı "hiç"in pozitif ifadesidir.
  • Bellek içgüdünün inkârıdır ve aşırı gelişmiş bir bellek tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktır.
  • Yaşamaktan yorulmak tek çarem olacaktı; ama sıkılmayı başardığım sürece böyle bir çareye rahat yüzü göstermeyeceğim.
  • Her şey boş. Son bile... Sona gelindiğinde her tür önemli soru utanç verir.
  • Çocuklar da âşıklar gibi mutluluğun sınırlarını önceden sezerler.
  • Depresyonunuz ne kadar ağır olursa nesneler de o kadar donmuştur ve buzlaşmayı beklerler.
  • Kederli olma fırsatını tek bir kere bile kaçırdığımı sanmıyorum. (Benim insan olma eğilimim.)
  • Bir insanı ruhundan yükselen müzik ölçüsünde tanıyabiliriz sadece.
  • Nietszche bir yerlerde şöyle demişti: "En ağır yükü istiyordun kendin için ve sonunda kendini buldun."
  • İçinde ölecek hiçbir şeyi kalmamış insana Tanrı acısın!

6 Ağustos 2015 Perşembe

Hissiyat, #5

Çoklukla böyle oluyor. O kadar çok yazmak ve anlatmak istiyorum ki hiçbir şey yazamıyorum, anlatamıyorum. Notlar alıyorum bir yerlere, sonra dönüp baktığımda kimisine aslında bu iyiymiş, kimisine de ya bi yürü git şurdan diyorum; genelde ikincisi oluyor.

Eee? Yazmamalı mıyım o zaman? Saçmalık! Hem de saçmalığın daniskası! Yazmak iyi geliyor. Yani yazmış olmak değil, yazıyor olmak. Şu an! Şu an iyi geliyor. Yazıp bitirdikten sonrasının hiçbir önemi yok ki. Geçmiş oluyor o zaman çünkü, bitmiş oluyor. Aslında ne geçen var, ne biten. Hal böyleyken çok da medet ummamak lazım hiçbir şeyden.

Şöyle uzun mu uzun, destansı bir yazı yazmak var kafamda. Ama toparlayamıyorum. Boğuyor beni, vazgeçiyorum. Daha zamanı var demek ki diyorum. Erteliyorum. Tembellik ediyorum. Üşeniyorum. Kaçıyorum (bunu bir yerlerden hatırlıyorum).

Hayatım boyunca kendimi kötü hissettiğim zamanlarda yaptığım bir şey vardı, hala var. O an nasılsam, kendi durumuma yakın ama birazcık daha kötü haldeki birini hayal ediyorum. O anda öyle birini kuruyorum kafamda. Ve konuşuyorum onunla. Olabildiğince mantıkla; olamadığınca vicdanla, içimdeki sesle. Onu ikna etmeye çalışıyorum her şeyin iyi olacağına. Ne kadar başarılı olursam kafamdaki konuşma bittiğinde kendimi o kadar iyi hissediyorum. Sanki gerçekten iyi bir şey yapmış ya da bir işe yaramışım gibi oluyor. Bir hayal, bir yalan; ama işe yarıyor. Kötü tarafı da var. Uykumu kaçırıyor. Çünkü genelde yatmadan önce uyduruyorum bunları. İkna için üretmeye çalıştığım onca fikir yüzünden beynim uykuyu kovuyor, bi yürü git, işimiz var, görmüyor musun diyor adeta. 

Oku hedefe atmadan önce geri çekmek gibi, işlerin iyiye gitmeden önce bir müddet kötüye gitmesi gibi, seherin öncesinin en karanlık vakit olması gibi... Öyle, değil mi? Öyle olmalı. Öyledir öyle. Her şeyin güzel olacağına, eninde sonunda her şeyin güzel olacağına inanıyorum. Muhakkak ki her şey bir gün güzel olacaktır. Kaçarı yok yani. Olmalı! Bu noktada hayatımı devam ettirmemde en büyük pay sahibi olan duygulardan biri giriyor devreye: merak! Evet, bir gün her şey güzel olacak. Biliyorum. Ama elimde değil işte, içim içimi yiyor, merak ediyorum: her şey güzel olduğunda ben de orada olacak mıyım?

Ne olur olayım.
 

30 Temmuz 2015 Perşembe

Italo Calvino - İkiye Bölünen Vikont (Atalarımız, #1)

"Duygularımız renksizleşiyor, köreliyordu, çünkü kendimizi kötülükle erdem arasında yitip gitmiş hissediyorduk, ikisi de insan doğasına aykırıydı."

Bu kitabı ne zaman aldığımı hatırlamıyorum ama ismini ve kapağını beğendiğim için aldığımı anımsıyorum. İyi ki almışım. Masalsı bir kurgusu, hoş bir anlatımı var.

İkiye Bölünen Vikont, yani Terralbalı Medardo, orijinal bir karakter. Neden? Çünkü ikiye bölünmüş. Ve yaşıyor! Her iki parçası da yaşıyor. Bir parçası bütün iyi özelliklerini taşırken, diğer yarısı tüm kötü yanlarını almış hem de. Türklerle yapılan bir savaşta boydan ikiye bölünüyor Medardo.

Calvino, bu kitabı yazmasıyla ilgili şöyle demiş: "Hepimiz bir biçimde kendimizi tamamlanmamış hissediyoruz, hepimiz bir yanımızla kendimizi gerçekleştiriyoruz, öteki yanımızla değil." Yalnız güzel konuşmuş.

Tasalı (kitapta kötü tarafa verilen isim çoğunlukla bu) memlekete dönüyor savaşın ardından; ancak İyi'nin dönüşü çeşitli sebeplerden yıllar alıyor. Tasalı'nın her şeyi kendine benzetme gibi bir özelliği var. Çiçek, hayvan, yapı, o, bu, şu, ne görse ortadan ikiye bölüyor. Geçtiği yerlerden geri kalan her şey yarım. Haliyle halk tedirgin. Yıllar yıllar sonra İyi geldiğinde, daha doğrusu İyi'nin geldiği fark edildiğinde işler biraz tuhaflaşıyor. Çünkü İyi de sürekli birilerine yardım peşinde olan ve akıl veren birisi. Onun da iyiliğinden maraz doğuyor biraz. İnsanlar ondan da kaçmaya başlıyor bir yerden sonra. Calvino güzel anlatmıştı da ben pek beceremedim.

Kısacık, resimli, kafa dağıtmak için okunabilecek bir kitap yani İkiye Bölünen Vikont. Rekin Teksoy'un çevirisi ve Emanuele Luzzati'nin çizimleri harika. Ağaca Tüneyen Baron ve Varolmayan Şövalye, serinin diğer kitapları. Calvino sonradan karar vermiş bunları bir seri olarak düşünmek gerektiğine. YKY üçünü tek kitap olarak da basmış ama ben İkiye Bölünen Vikont'u aldığımda böyle bir üçlemeden haberim yoktu. Kalan iki kitabı da okumam lazım demek ki.

Tasalı, bir gün (adeta) sırf canı sıkıldı diye köyün kızlarından birini gözüne kestiriyor ve karşısına geçip şöyle diyor: "Ben, sana sevdalanmaya karar verdim, Pamela." Yani maksat iş olsun, köy benim, seni seçtim Pikaçu. Tasalı daha matrak bir karakter zaten. Kötü ama çalışıyor. Yazarlar nedense kötü karakterleri çok daha çekici kılıyorlar ya da kılabiliyorlar. İyi ve onun gibileri gözümüze biraz sıkıcı gösteriyorlar. Gerçi en nihayetinde Calvino ikisinin bütünlüğünü sağlıyor bir şekilde. Tuhaf meseleler...

Ben, yazıyı bitirmeye karar verdim, okur. Kal sağlıcakla...

"Bazen insan kendini eksik sanır, oysa sadece gençtir."

6 Ay

"Beklemenin ne olduğunu tamamen unutmuş gibiyizdir. Sabır neredeyse bir boşluğa dönüşmüştür. Unuttuğumuz şudur ki; doğru şey için doğru zamanı bekleyebilmek en büyük erdemimizdir. Varoluş, doğru zamanı beklemektir, doğru zamanda doğru yerde olmaktır belki de. Bunu ağaçlar bile bilir! Çiçeklerin ne zaman açacağını, yaprak dökümünün ne zaman başlayacağını veya gökyüzünün altında nasıl çırılçıplak kalınacağını... Çırılçıplakken de güzeldir ağaçlar, eski güzel günlerin anısına ve eskiyi bildikleri için inançla yeni baharlarını beklerler. Yeniden parlayacakları zamanı...

Beklemeyi, nasıl bekleneceğini unutmuşuz. Her şeyi hemen şimdi istiyoruz. Telaşla istiyoruz. Deliler gibi. Bu, insanlık için büyük bir kayıp. Sabırsızlık da sabır gibi bulaşıcıdır çünkü. İnsan sessizce içinde büyüyecek bir şeyi beklediğinde, gerçek kendine dönecektir. Dönmek, varmaktır. olmaktır... Ve bir gün bir kıvılcım tutuşacaktır, ben olduğun seni tutuşturacak, alev alev yakacaktır. İşte o zaman tamamen yanacak, bambaşka biri olarak yeniden doğacaksın. Benliğin paramparça olacaktır. Yeniden tanışacağın o asıl sen her şeyin doğrusunu bilendir. Törenleri, kutlamaları ve hayatın gerçek tadını o bilir.

Zihnini açık tut. Hamile bir kadın gibi bekle. Acele etme. Beklemek oturup beklemek değildir. İnci tanesini yaratmaya girişmiş istiridye ol bak ya da bir ağaç dik ve bekle. Sabırla, sakince ama heyecanla bekle. Akıllı ol, okullu ol, sabır ol, sabriye ol. Bırak doğa kendi işini yapsın, sen de kendi işini. Şafak sökerken getirdiği gizeme inan. Ve kendi şarkını öğren. Kendini söyle."
Kaynak: burası.

23 Temmuz 2015 Perşembe

Logicomix (Apostolos Doksiadis - Hristos H. Papadimitriu - Alekos Papadatos - Aniie Di Donna)

"Mantıklı bir varlığın gerçeği söylemesinin neresi şaşırtıcı?"

Tarih 2 Şubat 2015 Pazartesi. Mekan Baltalimanı Kemik Hastalıkları Hastanesi (yine, evet, ama aslında ilk, neyse). Saat işte ziyaretçi saatleri. Kapıdan birkaç kişi giriyor, işyerinden arkadaşlarım. En tecrübelimiz ve benim gözümde en zekimiz, İffetçiiiim (İffet naber ya, buraları okuyorsan selam ederim) bu kitabı almış bana. İmzalamış bir de "Sevgili Mustafa, Değişik bir tad, Sevgilerimle." diye. Sonsuz teşekkürlerimle beraber haklı olduğunu da belirterek başlayayım, kesinlikle değişik bir tat.

Bir çizgi roman efendim Logicomix. Bertrand Russell'ın hayatını öyküleştirerek mantıktan ve matematikten, matematiğin temellerinden, mantığın ne olduğundan, aksiyomlardan, ispatlanabilir ve ispatlanamaz kavramlarından, paradokslardan, küme teorisinden ve daha başka bir sürü konudan bahsediyor. En yalın bu kadar anlatılabilirmiş sanırım. Bu haliyle bile biraz teknik kaldığını da belirtmem lazım.

Dönemin önde gelen matematikçileri ve filozoflarının hikayede önemli yer tuttuklarını söylememe gerek yok aslında. Kimler yok ki? Aristoteles'ten Öklid'e, Alan Turing'den von Neumann'a, Hilbert'ten Gödel'e... Bir sürü bir sürü önemli kişi. Ama tabii ki bir de Wittgenstein'dan. Wittgenstein çok değişik bir insanmış. Yeri çok farklı. Adam yaşadığını hissetmek ve teorilerine daha gerçekçi bakış açıları getirebilmek için Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusuyla Birinci Dünya Savaşı'na katılmış. Buralara bir yere sinirlerini sınayan bir görevin ardından savaş meydanındaki halini koymuş olmam lazım. Bana göre bildiğin deli birisi olduğu için kendisini ayrı bir yere koydum. Kıymetlimisss...

Kitabın baskısı kuşe kağıt gibi, çok kaliteli. Çizimler (Alekos Papadatos) ve renklendirme (Annie Di Donna) çok çok başarılı. Öyküye yöne veren isimlerse Apostos Doksiadis ve Hristos Papadimitriu. Kendilerini de çizmişler yani. Ara sıra çalışma anlarındaki diyalogları da gösteriyorlar. Annie Fransız olduğu için bol bol yumuşak g'li diyaloglara sahip. Bir de tabii Apostolos'un köpeği Manga var. Japon çizgi romanlarına verilen isim olan manga değil yalnız, Yunancada kabadayı anlamına gelen manga.

Değişik bir şeyler okuyayım, hem tarih hem felsefe hem mantık hem de matematik öğreneyim, ufkum açılsın yahu biraz diyorsanız bu kitabı edinin bir şekilde. Öykü bittikten sonra Notlar bölümünü de unutmayalım, orayı da referans olarak kullanabilirsiniz. Önemli kişi ve kavramlar kısaca anlatılmış.

Bundan önce en son ne zaman çizgi roman okumuştum? İnanın hatırlamıyorum. Lan yoksa 2004 yazında KTÜ Farabi'de yatarken miydi? X-Men'leri o zaman okuduydum. Ey gidi zamanlar... Biraz çizgi roman araştırayım ben en iyisi. Tavsiyelere de açığım tabii. Kalın sağlıcakla efendim.

19 Temmuz 2015 Pazar

Daniel Pennac - Roman Gibi

"Okuduğumuz en güzel şeyleri, genellikle sevdiğimiz bir kişiye borçluyuzdur. Ve ondan, sevdiğimiz birine bahsederiz öncelikle. Belki de, duygunun kendine has mahiyeti, tıpkı okuma arzusu gibi, 'tercihten' ibaret olduğu için. Sevmek, nihayetinde, tercih ettiğimiz şeyleri tercih ettiğimiz birilerine bağışlamaktır. Ve bu paylaşmalar hürriyetimizin görünmez kalesini kalabalıklaştırırlar. İçimizde sürekli olarak kitaplar ve dostlar bulunur."

Acccayip bir kitapla karşınızdayım. Yani o kadar acayip ki süreksiz bir ünsüzü (c) peşimden sürükledim (ccc). O derece!

Geçen yıl yaklaşık bu vakitlerde Selin'in bloğunda gördüğüm bir alıntı işte budur dedirtmişti bana. O gün bu gündür ha okudum ha okuyacağım diye erteledim durdum bu kitabı, ta ki düne kadar. Nihayet okuyabildim ve yine, bir kez daha, her zaman olduğu gibi pişmanım. Bu kadar geciktirmemeliymişim.

Öncelikle yazarımız Daniel Pennac'ın Fransız bir öğretmen olduğunu söyleyelim. Birçok ödül almış edebiyat çevrelerinden yazdığı eserlerle.

Roman Gibi, kitabın kapağında dendiği gibi Kitaplara ve Okumaya Dair bir kitap. Ama gerçekten öyle. Özellikle ebeveynlerin okuması gereken bir referans daha çok. Kitap okumaya dair aklınıza gelebilecek birçok konuda laflar ediyor. Çok ama çok hoşuma giden bir detayı söylemek istiyorum kitapla alakalı. Başlangıcında şöyle bir not var: 'Bu sayfaların pedagojik işkence malzemesi olarak kullanılmaması rica olunur.'

Her çocuğun aslında mükemmel bir okur olduğu; ancak okula bir kez başlayınca nasıl olup da okumanın bir külfet haline getirildiğini anlattığı birkaç bölüm var ki ah keşke, keşke o bilinçte olsak hepimiz. Çocuk okuma yazma bilmezken kendisine okunan ya da anlatılan masallardan onca zevk alırken okula başladıktan sonra her şeyin olduğu gibi okumanın da bir vazife olarak sunulmasıyla ve televizyon vb. arkadaşların okuma karşılığında edinilecek birer hak ya da kazanılacak birer 'ödül' konumuna gelmesiyle özünde mükemmel bir okur olan çocuğun zamanla nasıl da okumaktan uzaklaştırıldığını öyle güzel anlatıyor ki. Ardından ebeveynlerin onca 'hiç anlamadık, neden böyle oldu' laflarına da ayarını veriyor tabii. Harika gerçekten!

Kitap okumak, okuduğunu anlamak, okuduğunu anlamaktan kastın ne olduğunu anlamak üzerine epey kafa yorduruyor Pennac. Ancak en nihayetinde çoğunu kitap okuma 'ZEVK'ine bağlıyor. Bir kez olsun o zevki tattıktan sonra isteseniz de okuyacak olanı engelleyemezsinize getiriyor ki daha ne desin adam. Haklı. Lise çağındaki öğrencilere Patrick Süskind'in Koku'sunu okuyan bir öğretmen örneği veriyor ki ben bile gaza geldim. Evde olsa alıp okumaya başlayacaktım.

Tabii ki kitaplara ve okumaya dair bir kitapta fazla sayıda yazar, şair ve eser ismi geçecektir. Geçiyor da. Üşenmedim, not aldım hepsini. Tek tek araştıracağım. Adını sanını duymadığım ve övgüyle bahsedilen bir sürü isim... Kendimi bazen o kadar cahil hissediyorum ki.

Kitaplarla ilgili lafladıktan sonra okurlara geliyor Pennac ve Kitap Okurunun Hakları'ndan bahsediyor. On maddeden oluşan bu hakları açıklıyor. Bu on maddeyi buraya yazacağım; ancak bu maddelerin doğru anlaşılabilmesi için yazarın açıklamaları şart. Çünkü ben okumadan önce bu maddeler hakkında yanlış açıdan baktığımı fark ettim. Ne zaman? Tabii ki okuduktan sonra. Gerçekten çok düzgün açıklamış. Özellikle sayfa atlama hakkını ve bir kitabı bitirmeme hakkını o kadar güzel ve net anlatmış ki. Uzatmayayım, işte o haklar:
  1. Okumama hakkı.
  2. Sayfa atlama hakkı.
  3. Bir kitabı bitirmeme hakkı.
  4. Tekrar okuma hakkı.
  5. Canının istediğini okuma hakkı.
  6. "Bovarizm" hakkı.
  7. Canının istediği yerde okuma hakkı.
  8. Çöplenme hakkı.
  9. Yüksek sesle okuma hakkı.
  10. Susma hakkı.
Aa, neredeyse unutacaktım. Kapak çok ama çok isabetli olmuş. Roman Gibi bir kitap için bir Don Quijote illüstrasyonu... Süper! Ve yine aklımdayken harika baskı için Metis Yayınları'na ve su gibi çevirisi için de Mustafa Kandemir'e teşekkürler. 

Epeydir bu kadar uzun yazmamıştım. Bitireyim artık. Önünüz arkanız sağınız solunuz kitap olsun. Kalın sağlıcakla.
Bir zamanlar masalcıydık, artık her şeyin hesabını sorar olduk.
"Madem öyle, biraz sonra televizyon seyretmeyeceksin!"
Hah! Tabii...
Tabii... Televizyon mükâfat olma haysiyetine yükseltildi... Ve bunun doğal sonucu olarak, okuma angarya derecesine düştü... Bizim buluşumuzdur bu...
 

17 Temmuz 2015 Cuma

Herman Melville - Kâtip Bartleby

"Yapmamayı tercih ederim."

Sizlere Kâtip Bartleby'den bahsetmeden önce bu harika kitabı bana kimin önerdiğini söylemek isterdim; ancak söylememeyi tercih ederim (unuttum çünkü, gerçekten özür dilerim, bir türlü hatırlayamadım).

Helikopter Yayınları'nın çok güzel bir iş çıkardığından ve Kaya Genç'in enfes bir çeviri yaptığından bahsedebilirdim; ancak bahsetmemeyi tercih ederim.

Yabancı'nın (Albert Camus), Aylak Adam'ın (Yusuf Atılgan) ve hatta Beyaz Mantolu Adam'ın (Oğuz Atay) atası sayılabilecek nitelikte bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu, yapmamayı tercih ettiği her işte aslında Bartleby'nin sanki bir şeylerden kaçıyor olduğunu, hayatı düşününce belki de kaçmakta haklı olduğunu yazabilirdim; ancak yazmamayı tercih ederim.

Yazıyı gereksiz yere uzatıp hem hiç özgün olamadığım hem de elime yüzüme bulaştırdığım için temiz bir dayağı hak edebilirdim; ancak etmemeyi tercih ederim. Kalın sağlıcakla. (Kalmamanızı, tamam tamam...)
  • Kulağa çok tuhaf gelmekle birlikte insanların kendilerini küçük düşürülmüş hissettikleri anlarda bazen inançlarından şüphe etmeleri duyulmadık bir şey değildir. Böyle anlarda insan, kendisine ne kadar olağanüstü gelse de, asıl karşı tarafın düşüncelerinin mantıklı ve de adil olduğunu gizli gizli düşünmeye koyulur. Bundan sonra da, eğer bu olayın geçtiği ortamda konuyla doğrudan alakası olmayan bir kimse varsa, ondan yardım ister -yardım ister ki kendi haklılığını destekleyen biri olsun.
  • Efendiler, dürüst bir zatı, karşısındaki kişinin hareketsiz muhalefeti kadar rahatsız eden başka bir şey yoktur.
  • Çalıştığım binadan gitmiş olacağını düşünmem değildi önemli olan, hayır efendim, hayır; önemli olan Bartleby'nin çalıştığım binadan gitmeyi tercih edip etmeyeceğiydi. Yaptıkları tahmin edilemezdi; tercih edilirdi yaptıkları.
  • Efendim, pek çok zat vardır ki kıskançlık uğruna, öfkelendikleri için, kin yüzünden, bencillik sebebiyle, gururlarını bahane ederek cinayet işlemişlerdir... fakat hayırseverlik uğruna cinayet işleyenine ben bugüne dek hiç rastlamadım. Buradan vardığım netice de odur ki, özellikle de fazla heyecanlı bir yapıya sahip kişileri şefkate ve de yardımseverliğe yönlendiren şey, çıkardır efendim, o kişinin çıkarıdır sadece.
  • Fakat efendim, şu hayatta bazen öyle olur ki dünyanın en dar kafalı adamları dünyanın en eli açık kişilerini yiyip bitirirler.
  • Demek yerinden kıpırdamayı reddeden bu adam serserilik ediyor ha! O tam da bir serseri gibi davranmayacağı için Bartleby'yi bir serseri olarak kabul ediyorsunuz.
  • Vah Bartleby! Vah insaniyet!