15 Şubat 2014 Cumartesi

Milan Kundera - Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (Kitap + Film)

Nihayet okumuş olmanın dayanılmaz hafifliği...

Yıllardır, ben diyeyim liseden, siz deyin kundaktan beri (abartmayın hemen, az yavaş!) okumayı istediğim bir kitaptı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği. Ama kitabın ne anlattığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Sadece ismi çekici geliyordu bana. Evet, sırf ismi yüzünden okumak istediğim bir kitaptı zamanında, itiraf ediyorum.

İlerleyen yıllarda, ben diyeyim üniversitede (tamam tamam, sakin), ehem... Gel zaman git zaman, vaktin birinde Milan Kundera'nın erkek olduğunu öğrenmem de tam bir şok etkisi yaratmıştı bende. Açıkçası niye öyle olduğunu da bilmiyorum. Sanki dilbilim uzmanı ya da isimler sözlüğü yazarıyım. Ama işte şaşırdım yine de. Zaten Harper Lee'nin kadın olduğunu da daha geçenlerde öğrendim. Bir de Emile Zola var ama rica ediyorum o konuya şimdi hiç girmeyelim.

Arkadaş, yazının başlığına kitabın ismini verdim, kitaptan bahsedemeden bitireceğim bu gidişle. Bakalım ne anlatıyormuş Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği.

1960-1970 yıllarında temel olarak Prag'da geçen ve politik bir arkaplana sahip bir eser, en başta bunu belirtmek lazım. Yani komünist yönetim zamanlarını ve Sovyet müdahalesinin sonrasını genel olarak zemin seçmiş kendine. Bu arkaplanın önündeyse temelde iki ana karakter ve genelde de bana göre beş tane karakterle gidiyor kitap. Bu beş (ve çoğunlukla tabii ki ilk iki) karakter üzerinden resmen birbirine zıt kutupların ilişkileri konusunda çığır açıcı tespitler yapıyor.

En özet haliyle erkek olanı aşk ve cinselliği birbirinden ayrı tutan, yaklaşık olarak da Avogadro Sayısı kadar kadınla ilişkiye giren ya da girmiş olan birisiyken kadın olanı da tam tersine tek eşlilik yanlısı, sessiz sakin, elişi dokuyan (oha, evet, abarttım sanki biraz) birisi. Resmen ilköğretim özeti çıkardım, vay arkadaş. Biraz ilk paragraftan, biraz da son paragraftan derken... :)

Hani bu tipler hayatta anlaşamaz diyeceğimiz ilişkilere öyle bir açıdan bakıyor ki Kundera, hıııı tabii öyle şeedince muhakkak olur yani falan diyoruz. Benim anlatamayışıma bakmayın, Kundera çok güzel anlatıyor oraları.

Ana karakterlerimiz Tomas ve Tereza, diğer üç karakterimiz de Sabina, Franz ve Karenin. Benim favori karakterimin Karenin olduğunu belirtmem lazım ki kendisi bir adet en yüce duygunun canlısı olan köpek olur. Kitabın sonuna doğru olan bölümlerden birisinde Milan Kundera, Karenin üzerinden bize hayvan sevgisi aşılıyor resmen. Muazzam bir bölüm orası. Şu kitap sırf o bölüm için okunur ve şu an abartmıyorum.

Diğer karakterler üzerine yorum yapmayacağım pek. Yukarda birbirine zıt karakterler demiştim baş karakterlerimiz hakkında. Zaten isterseniz bir sürü yerde kişilik olarak farklılıklarını okuyup öğrenebilirsiniz ama gerek yok. Kitabı okuyup öğrenmek varken hiç gerek yok. Hayır yani, saçma değil mi? Öğrenmek için okuyacaksınız, e oturun kitabı okuyun o zaman. (Benim var ya, araştırsam kesin Einstein'la bi akrabalığım falan vardır.)

Bu arada kitapta geçen iki tane Almanca deyiş var: 'Es muss sein (olmak zorunda, ing: it must be)' ve 'Einmal ist keinmal'. Özellikle bu ikincisini anlamamda bana yardımcı olan Deniz'e de buradan teşekkürlerimi sunuyorum. Hani olur da burayı okursan Deniz, bak sayende millete hava atabiliyorum. :) Ha, unutmadan, en temelde 'bi kereden bi şey olmaz' anlamı var bu ikinci deyimde ya da bir kereyse görmezden gelinebilir de diyebiliriz.

Sonra kitabın en meşhur kavramı olan kitsch var ama açıkçası onu düzgün anlatabilecek kadar iyi anladığımı düşünmüyorum. Ekşi Sözlük'teki kitsch başlığında güzel örnekler var, isteyen oraya bakabilir.

Yazıyı da uzattıkça uzattım yine ama filminden de bahsetmek istiyorum biraz.

1988 yapımı; oyuncular; Daniel Day-Lewis (Tomas), Juliette Binoche (Tereza), Lena Olin (Sabina) ve Derek de Lint (Franz); yönetmenimiz de Philip Kaufman. Benim doğduğum yılda adamlar neler neler yapmış, hey gidi.

Öncelikle filmi izlemeye ilk zamanlar üşendim; çünkü üç saat. Onun için hafta sonunu bekledim ve ancak izleyebildim. Ayrıca filmin ilk bir saati sıkıldım açıkçası. Ama ne zaman ki Rusların Çekoslovakya'ya giriş sahneleri başladı, işte o zaman koltuğa iyice bi gömüldüm. Çoğu belgesel çekimi olan sahneleri nasıl becermişler bilmiyorum ama başrol oyuncularımızı da arada hiç sırıtmayacak şekilde oynatarak çekmişler (yoksa kullanmışları mı demeliydim). O sahnelerin siyah beyaz oluşu olsun, filtreleri olsun, belgesel ve dehşet havası olsun hakikaten çok başarılı.

Bu sahnelerden sonra tabii kitaptaki gidişata göre benim yine nispeten sıkıldığım zamanlar oldu. Fakat öyle sanıyorum ki benim sıkılmam, bir an önce sonunun gelmesini istememden kaynaklandı. Kitabı okur okumaz izlememek lazımmış belki de filmini, bilemiyorum.

Bu arada sevdiğim oyunculardan Stellan Skarsgard'ı da bu filmde görmek çok hoş oldu. Adam hiç değişmiyor resmen, yüz aynı.

Oyunculuklardan bahsetmem gerekirse; bu filmin en başarılı oyuncusu Sabina rolündeki Lena Olin. Karakter kitaptan çıkıp çekimler için gerçeğe bürünmüş adeta. Birebir diyebileceğim derecede güzel oynamış bence. Daniel Day-Lewis'i neden bilmiyorum hep There Will Be Blood'daki haliyle düşündüm film süresince. İşte doğduğum zaman izleseydim böyle sıkıntılarım olmayacakmış ama akıl edememişim. Sağlık olsun. Juliette Binoche içinse ne diyeyim bilemedim. Çok güzel kadın lan... Ha, Franz'ı unuttum. Kitaptaki kadar derinleştirilmemiş ama o da çok iyiydi bence.

Aldım başımı gittim resmen. Filmin üç saatlik oluşuyla eşdeğer uzunlukta bir yazı oldu. Sizleri daha fazla hayattan bezdirmeden gideyim en iyisi. Sağlıcakla kalın efem. :)

Not: Kış Okuma Şenliği, sinemaya uyarlanmış bir kitabı okuyup filmini izleme kategorisi, 20 puan.

LAN?! Tam da şimdi fark ettim. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği hakkında yazı yazmışım ama siyah şapkadan ve öneminden hiç bahsetmemişim. Çok ayıp Mustafa, çok ayıp! Çk çk çk...

7 yorum:

  1. Kitabı çok beğenirim. Film de iyidir. Kitabın hemen ardından filmi izleme hakkında söylediklerinize katılıyorum. Geçenlerde okuduğum Kapı adlı romanda aynı şey oldu. Kitaba bayıldım ve hemen ardından filmi izledim. Film kesinlikle çok iyiydi ama yer yer sıkıldığım oldu. Kesinlikle arayı açmak lazım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu konuda yalnız olmadığımı bilmek çok güzel. :)

      Sil
  2. Kitabı bitirdiğim gün filmini izlemiştim ama filmini kitabını sevdiğim kadar çok sevememiştim.

    Milan Kundera müthiş bir yazar. Gülünesi Aşklar'nı da şiddetle öneriyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gülünesi Aşklar'ı not aldım, teşekkür ederim. Kundera'yı okumak lazım hakikaten.

      Sil
  3. filmini bir türlü izleyemediğim kitaplardan biri daha , sebep yok , Bu arada Emile Zola ile ilgili çok güzel bir anım vardı , şimdi ben lisedeyken diye başlayan...:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Filmini izlemeyerek bit şey kaybetmiyorsunuz bence. Şart değil bence yani.

      Bu arada ben o anıyı merak ettim. :)

      Sil
  4. Elle tutulur hiçbir şey vermediğin için çok vasat bir analiz olmuş ve bu vasatlıpu da gereksiz esprilerinle bastırmaya çalışmışsın.Kitapları duyumsayarak okumanı tavsiye ederim

    YanıtlaSil