"these open doors..."
Sadî-i Şîrâzî'nin
Nobahari (İlkbahar) isimli bir şiiri var. Muhsin Namcu da şarkı halinde
okumuş ve çok güzel okumuş. Hatta ünlü yönetmen Abbas Kiyarüstemi hasta
yatağında bir devlet sanatçısından yanılmıyorsam bunu seslendirmesini
istemiş kendisine. Bir damla yaş süzülüyor gözlerinden dinlerken.
Youtube'da kaydı olması lazım. Şiirin son kısmının ortalama çevirisi şu
şekilde: "bir hayat daha lazım / ölümümüzden sonra / çünkü bu ömrü biz /
ümit etmekle geçirdik".
Bu şiirle ya da şarkıyla yolum ilk kez
ne zaman kesişti hatırlamıyorum. Fakat tuhaf bir şekilde günlük konuşma
dilimde "inşallah" ya da "umarım"lar yerini "ümit ediyorum ki"lere ve "ümit
ederim"lere bıraktı. İçselleştirmişim belki farkında bile
olmadan. Bu şekilde az da olsa hikayesiyle bilince insan tuhaf bir şekilde "bütün" hissedebiliyor. Sanki bir anlama gelmiş, geliyormuş ya da en azından gelebilecekmiş gibi. Sanki böyle elimi uzatsam tutabilecek, kayıp zamanın izini sürebilecek, bugüne ışık tutabilecek, geleceğe ümitvar bakabilecekmişim gibi. Tabii, bunların hiçbiri olmayabilir de. Bu arada kalmışlık beni yoruyor. Hep de yordu. Sanki her gün aklımın odalarından birinin daha kilidi çözülüyor ve ben bunca gürültüyle ne yapacağımı bilemiyorum.
***
Yılın bu dönemi geldiğinde genelde birkaç gün önceden, hatta bazı yıllar birkaç hafta önceden kenara alıntılar, düşünceler, fikirler not ederdim. Bir heyecan duyardım içimde. Yılda bir kez de olsa kendim için bir yazı yazmak, kişisel tarihime bir şerh düşmek, buna özenmek iyi hissettirirdi. Düşünmemi ve bir değerlendirme yapmamı sağlardı. Bu düşünceleri kafamda bir sıraya koyma gayreti beni dinginleştirirdi. Yazmak oldum olası iyi hissettirdi gerçi, yazabilmekse sanki her geçen gün daha zor olmaya başlamış gibi.
Bugün fark ediyorum ki bu yıl için son günlerde ne bir alıntı not almışım kenara ne de bir taslak hazırlamışım. Ha, yazmak zorunda mıyım? Bu bence artık yanlış bir soru.
Belki akışına bırakabilmenin bir yoludur bu da. Kötü hissettirmiyor çünkü. Şimdi, tam olarak şu an aklıma gelen düşünceleri yazıya döküyorum. Tabii, yine her zamanki gibi gramer ve imladan dolayı onlarca kez kontrol edeceğim. Lakin, önemli olan şu ki parmaklarım tuşlara basarken beynim bir şeylerin önünü ve ardını düşünmüyor, düşünme gereği duymuyor. Sanki bunca zaman hep falanca okuyormuş gibi yazıyordum da bu kez gelecekten bir ben gelmiş, zaten olacak her şeyi biliyormuş da beni yine de dinliyormuş gibi hissettiriyor. Ve bu kısa ziyaretinde o "ben"e kızmıyorum bile. Neden içimden ilk olarak kızmak kavramı geçti, onu bile bilmiyorum ama normal şartlarda onu hiç sorgulamayıp geldiği için bile kızardım. Ondan olsa gerek. "Bilmemek bilmekten iyidir, düşünmeden yaşayalım Mara."
***
Ne çok "his" kökenli cümle kurdum. Bir yazının en sevdiğim yanlarından birisi olsa gerek bu. Bugünümün gerçeğine dair gelecekteki Mustafa'ya ne çok şey söyleyecek kim bilir bu cümleler. Belki ilerde kendimin farklı versiyonlarıyla arkadaş bile olabilirim.
***
35 numaralı çekmeceyi kilitleyip rafa kaldırma vakti geldi. Kabul etmem gerekiyor ki bu çekmece diğerlerinin arasında hep ayrı bir yere sahip olacak. Bir daha hiç açılamayacak olması tam bir insanlık ayıbı. Oysa ben belli "an"lara dönüp bir göz atmak isterdim. İşlek bir caddede gözlerimden yaşlar süzülür halde yürürken görebilirdim kendimi ya da kendi ellerimle birçok kısmının altını çizdiğim ve üzerinde notlar aldığım bir kitabı çöpe atarken de. Binlerce kilometre yol yaparken görebilirdim kendimi ya da saatlerce bilgisayar ekranına bakıp hiçbir şey yapmazken de. Kahkaha atarken görebilirdim kendimi ya da bir kedinin başını okşarken de. Elimde kitap Rokethane'de güneşi batırırken görebilirdim kendimi ya da sabahın köründe pilates yaparken de. Aliş'le kitapları raflara dizerken görebilirdim kendimi ya da köyde oturmuş annemle ve babamla konuşurken de. Londra'da Sefiller müzikalinde görebilirdim kendimi ya da Tiflis'te bir gece yarısı Serdar'ın doğum gününü kutlarken de.
Kişisel arşivim için nereden baksak bir sürü "an". Hepsi unutulacak. Şunun şurasında ortalama iki yüzyıl sonra hiçbirimiz hatırlanmayacağız bile. Bu fikir bana ilginç bir şekilde huzur veriyor. Üzerimden devasa bir yük kalkıyor sanki. Ne kendimi ne de hayatı o kadar ciddiye almamamı sağlıyor. Hafifliyorum. Bunları depresif ya da karamsar bir yerden söylemiyorum. Bilakis, yola devam edebilmeme olanak sağlıyor bu düşünceler. Daha çok çalışıyorum ve çaba harcıyorum hatta. Tam bu noktada da o meşhur bıyıklı muhteremin sözleri geliyor aklıma: "Çalışkanlık, bir kaçıştır; kişinin kendi kendini unutma isteğidir". Böylece devridaimim de tamamlanmış oluyor. Çık işin içinden çıkabilirsen.
***
Bu yıl kaçmayı değil de yaşamayı denesem nasıl olur acaba? Çılgın fikirlere bayılırım, hadi bakalım.
Kendi karanlığımızın esaretinden bertaraf bir yeni yıl diliyorum herkese, kendime de tabii ki. İyi ki doğdum.
Cheers. 👊